• BIST 9827.23
  • Altın 2954.659
  • Dolar 34.7445
  • Euro 36.5021
  • İstanbul 10 °C
  • Diyarbakır 4 °C
  • Ankara 5 °C
  • İzmir 12 °C
  • Berlin 7 °C

Zoraki Apolitik

Murat Belge

Türkiye’de sol apolitiktir. Burada “sol” derken CHP’yi ya da Sosyal-Demokrat anlamında bir solu kasdetmiyorum. O kesim de apolitik, ama başka nedenlerle. “Marksist sol”dan söz ediyorum.

Altmışlarda, hızla yayılan bir “sosyalizm” vardı. 12 Mart darbesi ve bu sola karşı uygulanan faşizan politika bu yayılmayı önlemedi. Yetmişler gene bu solun manşetlerde olduğu, çeşitli grupların yayınlarının hatırı sayılır rakamlarda satış yaptığı yıllardı. Sonra 12 Eylül geldi ve durum değişti. Bu on yıl, dünyada Sovyet sisteminin iflasıyla sona erdi. O zamandan beri Türkiye’de de “sosyalizm” toplum için, seçmen için bir seçenek, bir alternatif olmaktan çıktı. Sosyalizm çerçevesinde, çeşitli adlar altında toplanabilmiş partilerin seçimlerde kazanabildiği oy oranları gittikçe düştü. Hâlâ da düşüyor.

Bu grafik dünyanın başka yerlerinde de bundan çok farklı değil. Genel bir gerileme var. Ama Türkiye’de sosyalizmin durumu başka birçok örneğe göre daha “acıklı”. Ben de bu yazıda bu gerilemenin global nedenleri üstünde değil, Türkiye’deki yapılanmaların özellikleri üstünde durmak niyetindeyim. Çünkü buradaki durumun kendine özgü nedenleri olduğunu düşünüyorum. Söyleyeceklerim şüphesiz birtakım genellemeler olacak. “Genelleme”nin sakıncası da “genel” olması. Ama bunların, içi somut örnekler, olgularla doldurulabilir genellemeler olduğunu düşünüyorum.

Bu yazıda 60 öncesi TKP tarihine de hiç girmeyeceğim, çünkü onun koşulları çok farklı, kendi başına ele alınmasını gerektirir nitelikte. Başlıca etken de kaçınılmaz “illegalite” koşulu. Sosyalizm Türkiye’de hiçbir zaman gerçekten “legal” olmadı ama 1960 sonrası fiilî durum buna imkân veren bir boşluk yarattı. 1980’e kadar Marksist sol içinde gizli kalan bir bilgi, yorum, strateji şu bu, yoktu.

Gerilerden, başlangıçlardan başlayacağım.

27 Mayıs sonrası, yeni anayasasıyla Türkiye’de sosyalizm çerçevesinde önemli olay TİP’in kuruluşu, daha doğrusu, Mehmet Ali Aybar’ın bu partinin başına geçmesiyle başlayan harekettir. Partiyi kuran sendikacılar. Aybar’ın kendisi, onun başkanlığa getirilmesiyle bu partiye girip çalışmaya başlayan orta yaşın üstünde sosyalistler (ki çoğunun TKP ile bir şekilde bir ilişkisi olmuştur) hepsi, kararlı bir biçimde “legalist”ti. Çünkü böyle bir partinin varlığına çok önem veriyor, onun devamlılığını birinci amaç sayıyorlardı.

Ya gençler? O kuşakların deneyimlerinden geçmemiş, erken altmışlarda, her şeyi yeni öğrenir ve yeni düşünür hale gelirken “bu iş ancak böyle olur, başka türlü olmaz” tavrıyla sosyalist olanlar? Onlar için henüz her şey “flu” idi; ama o yaşlarda insanlar “flu” bilmez: her şeyin son derece net olduğuna inanır.

Kendimi söyleyeyim. 1963’te, “Ben Marksist’im” demiştim. TİP’i kendime en yakın parti olarak görüyordum (bu cümlenin egosantrizmini özellikle böyle bırakıyorum, çünkü zaten bu ruh halini anlatmaya çalışıyorum), “Yakın” ama sonuçta Türkiye Cumhuriyeti’nin yasalarını kabul ederek (ve onlara karşı gelmemeyi taahhüt ederek) kurulmuş bir partiydi bu. Demek ki tanımı gereği “revizyonist”ti. Onun için ben de uzaktan baktım. 1967’ye kadar. O tarihte Yön’de, “sol cunta” stratejisini görünce (“alternatif”in bu olduğunu anlayınca) gidip TİP’e kaydoldum.

1965’te seçim oldu. Beyazıt’taki, Taksim’deki mitinglere gittim. Kalabalıktı, coşkuluydu. Ağız birliğiyle söylenen özellikle iki şey vardı: “Ho ho, Ho şi Minh, daha daha Vietnam, Ernesto’ya bin selâm”! Bu bir çeviriydi, ama sorun değil; zaten önemli olan enternasyonalist olmasıydı. İkincisi yerliydi: “Tanklarıyla toplarıyla gelseler dahi /Sosyalist olacak Türk’ün ülkesi.” Buradaki bu “Türk” kelimesinin belirgin milliyetçiliği o tarihte hiçbirimize batmıyordu.

Bu “slogan”ların ikisinde de savaş vardı, silâh vardı. Bu demektir ki titiz legalist TİP ile bir kısmı kendi üyesi olan meydandaki kalabalık (ve özellikle o kalabalığın genç kesimi) arasında bir farklılık vardı. Bu aşamada “entelektüel” değil, olsa olsa “duygusal” bir farklılık.

Ama olay bu duygusal farklılık üstünden yürüdü. Herkes gibi benim de önümde gördüğüm modeller, 1917’de Rusya, 1940’larda Çin ve tabii taze Küba’ydı. Beyazıt Meydanı’nda toplanmış kalabalığa bakınca, o yaşımda, bunun için gerekli toplumsal potansiyelin oluştuğunu değilse de oluşmakta olduğunu düşünebiliyordum.

1967’de Doğan Avcıoğlu’nun değindiğim yazısından sonra bizim ortamımız hızla değişti ve Sosyalist Devrim/Milli Demokratik Devrim tartışması her şeyi belirledi. “Sosyalist Devrim” lafı, “Milli Demokratik Devrim” adında, kâğıt üstünde somut bir hedefin ortaya konması dolayısıyla, ona karşı düşünülmüş bir kalıptır. Onun kadar bile somutluğu yoktur. TİP’in bir “devrim” hedefi yoktu. Ama belli ki “devrim” diyerek tartışmak zorundaydık. O kelimeden vazgeçemiyorduk – hangi tarafta olsak.

“E. Tüfekçi”, derken Mihri Belli, ortaya çıktı. Bu dönemin en etkili yazarı oldu. Milli Demokratik Devrim diyordu ve hiçbir zaman olmamış bir Türkiye analizi yapıyordu: kompradorları, her yeri kaplamış feodalleri ve “montaj ve ambalaj sanayii” ile bir Türkiye. Geri mi geri bir “müstemleke”! Bu arada bir “Filipin demokrasisi”nden söz ediyordu. Orada Amerika kurup bırakmış, iki partinin “al gülüm, ver gülüm” yönettiği bir rejim. Bu “Filipin demokrasisi”nin Filipinler’de de varolmadığını yıllar sonra öğrendik – Marcos devrilirken.

Ama burada bunlar etkili oldu. Burada da böyle “al gülüm”cü iki parti olduğunu, bir “cici demokrasi” olduğunu düşündürecek nedenler vardı. Sosyalist dediğin “devrimci” olur, “devrim” yapar. Komprador burjuvazinin “cici demokrasi”siyle işi olmaz.

“Sosyalist” dediğin “devrim” yapar, ama bu ülkenin koşulları gereği, yapılacak devrim “millî demokratik devrim”dir. Onu da yapacak olan “Biz Sosyalistler” değiliz. Ya kim? “Zinde Kuvvetler”. Onlar kim? Sonuç olarak, ordudaki Kemalist subaylar. “Biz Sosyalistler”, onların “devrim” yapıp yönetime el koymalarını mümkün ve meşru kılan ortamı yaratacağız, bizim “devrim” görevimiz –şimdilik– bu kadar. Ama, bu kadar da olsa, Filipin tipi cici demokrasinin yüz kızartıcı sivil siyaset alanından, o alanın manevralarından uzak.

Partili olanlarımız, oraları kurcalamaktan bir sonuç almış değil zaten. İşçi mahallesine gidip sosyalizm anlatmaya kalksan dayak yiyip dönüyorsun. Bu komprador kapitalizminde, toprağı sıksan feodalizm fışkıran toplumda, insanların beyni yıkanmış. Allah-Muhammed, namaz-oruç, öyle gidiyorlar. “Demokratik Devrim” olmadan bu uykudan uyanacakları yok.

12 Mart’ın yaklaştığı günlerde –ve aynı diyalektiğin parçası olarak– Marksist hareketin eylemliliği yükseldi. Aynı zamanda, klasik MDD anlayışından tam kopmadıysa da uzaklaştı. 1970’te 15-16 Haziran işçi protestosunun bunda payı oldu. Bu dönemde Türkiye solunda ağır basan seçim, gerilla savaşıydı. Onun için belirleyici eylemler “kent gerillası” tarzı eylemler oldu. Bunlar askerî müdahaleye bir tür hazırlık yaptı, ama amaçları anlatılagelen MDD’nin ötesindeydi. “Devrimciler” asker-kuyrukçuluğu siyasetinden vazgeçme yoluna girerken darbeye hazırlanan askerler arasında da “Bunlarla olmaz” anlayışı egemen olmuştu.

12 Mart bildik düzeni rektifiye etti. “Devrimci direniş” denebilecek bir şey bırakmadı (çünkü bunlar çok cılızdı). Ancak Türkiye solu, devrim yapmak üzere herhangi bir ciddi davranışta bulunmazken, “devrim” ya da “devrimci” kavramlarını da bir yere bırakmadı. Dolayısıyla, yapılan her şey, “devrimcilerin devrim için” yaptığı işler, eylemler oldu. Bu bağlamda iki “devrimci” grubun birbirlerini vurmaları, öldürmeleri de “devrimci mücadele”nin parçası olarak kabul edildi. Yetmişlerde yaygın faşist örgütlenme ve silâhlı saldırı da bir “devrim ortamı” içinde yaşandığı yanılsamasını ayakta tuttu. 12 Eylül bütün bunlara da son verdi.

İyice ufalanmış olan bugünkü sol, somut olaylar karşısında çaresiz; herhangi bir kitlesel mobilizasyon başlatmanın araçlarından yoksun. Herhangi bir grubun herhangi bir “yeni insan” kazandığı yok; herhangi bir yerde kitlesel iletişim kurabildiği yok. Bu koşullarda yönetenler sadece ve sadece düzenin sözcüleri olduğuna göre sol onlara ancak “hayır” diyebilir – ama bu da kitlesel bir “hayır” olmaz.

Ülkede olup bitenleri değiştirecek hiçbir şey yapamazsın. En etkili eylem alanın “senden” olmayanların “sosyalist” olmadığını söylemektir. Bu, “sol” için bayağı eskiden öğrenilmiş bir zanaattır ve hâlâ yeteri ustalıkla yerine getirilmektedir.

Eylem düzeyinde süregelen bu çaresizliğin hem sosyalistleri, hem de onların ulusal sınırlarını aşan nedenleri var şüphesiz. Yani bu koşulların getirdiği engelleri aşmak zor. Ama hiç değilse, “Ne oldu da böyle oldu?” sorusu sorulabilir ve buna cevap aranabilir. Ama böyle bir şey de olmuyor. Böyle bir “teorik” canlılık da yok.

Benim görebildiğim, ilk “formasyon” yıllarında başlayan ve bütün somut olaylar, gelgitler arasında bugünlere kadar devam eden nedenler bunlar. Bunlarla, bu sola, apolitik olmak dışında alacak bir başka biçim kalmıyor. (Birikim)

  • Yorumlar 1
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Yazarın Diğer Yazıları
    ÖNE ÇIKANLAR
    Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0532 261 34 89