İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin'e kulak verdikçe insanın içi acıyor.
Nasıl oluyor da alınan bunca yola rağmen bir bakan, bu dönemde bir bakan, üstelik güvenlikten sorumlu bir bakan, her tavrı, her vurgusu ve her açıklamasıyla demokratik, etik ve siyasi tüm sınırlarını böylesine aşabiliyor?
Halk oylarıyla seçilmiş bu milletvekili grubunu, bir içişleri bakanının "lanetli yapı ve onun adına hizmet etmeye çalışan zavallılar" olarak nitelemesi her yönüyle vahimdir.
Bir bakanın, meşru ve yasal sınırlar içinde varlığını sürdüren, parlamentoda temsil edilen bir siyasi parti üzerinden, üstelik yasaklanmış ve milletvekilleriyle polisi karşı karşıya getirmiş bir miting vesilesiyle, siyasi alanı, siyasi eylemi lanetlemesi demokrasinin hiç bir tanımıyla bağdaşmaz.
BDP'yi eleştirmek, politikalarını, bağlantı ve duruşlarını beğenmemek, hatta yerden yere vurmak başka iştir, siyaseten varlığına kasteden çıkışlar yapmak başka iş...
Bir mitinge izin vermemek başka iştir, o mitingi isteyenleri lanetlemek başka iş...
İçişileri Bakanı bunu sık yapıyor, hep yapıyor...
Mesele aslında bakanı aşıyor...
Hükümetin Kürt politikalarına gönderme yapıyor...
Bu politikalar her geçen gün sapla samanı birbirinden ayırmayan, demokrasinin şekil şartlarını yok sayan, tehlike ve tehdit iddiasıyla siyaseti boğan bir yolda ilerliyor...
"Tehlike ve tehdit" gibi gerekçelerin, "militan demokrasi" gibi uygulamaların, kavramlarının altını özellikle çizmek gerekmez mi?
"Bir siyasi tavır, anlayış, duruşu eleştirmek ya da karşı çıkmak" ile "siyasi ve toplumsal varlığa kastetmek, o varlığı imha etmek" arasındaki farkı ve sınırı, en iyi bu siyasi iktidarın bilmesi icap etmez mi?
28 Şubat tehdit, tehlike, militan demokrasi haykırışlarıyla askerler ve askercil siviller inançlılara yönelik cadı avı başlatmamış mıydı?
2002-2007 arası siyasi varlığa yönelik yok etme kastının bir numaralı hedefi AK Parti ve başbakan değil miydi?
Neden olarak tehlikeyi temsil ettikleri, rejimi tehdit ettikleri söylenmiyor muydu?
Bu otoriter bir arayıştı...
Bugün, Kürt siyasi hareketinin PKK ile diğer meşru ve yasal unsurları arasındaki şekli ve meşru farkları dikkate almamak, şiddet ile siyaset arasındaki sınırı bilmemek, daha doğrusu bilmek istememek de otoriter bir anlayıştır...
Bunu tarif edecek başka kelime yoktur...
Ancak bu durum sadece bir politikaya işaret etmiyor, aynı zamanda bir zihniyete gönderme yapıyor.
Asıl vahim olan şudur.
Politikalar değişkendir, ama zihniyetler sert çekirdeklerdir.
Nitekim AK Parti'nin yeni anayasa için basın özgürlüğü konusunda önerdikleri bu zihniyetin bir eseridir.
Malum, AK Parti anayasa komisyonuna "basın özgürlüğünün kısıtlanması gereken hallere" ilişkin bir önerge sundu.
Bu haller arasında "milli güvenlik, genel ahlak, özel ve aile hayatının korunması, yargının bağımsızlık ve tarafsızlığının sağlanması" yer alıyor. Ve kısıtlamalar dünyadaki yerleşik uygulamaların tersine sadece zorunlu durumlarla sınırlı değil, olağan dönemleri kuşatıyor.
"Suçların önlenmesi için önleyici tedbir olarak da basın özgürlüğünün sınırlanması" da bunlardan birisi... Zorunlu haller dışında önleyici tedbir olarak basın özgürlüğünün sınırlanması anayasal düzeyde sansür düzenlemesi başka bir anlam ifade etmiyor.
Kaldı ki, balık baştan kokar, sınırlama hallerini tanımlayan uzun uzadıya bir liste, özgürlüklerin değil, kısıtlamaların esas olduğu bir anlayışa işaret eder.
Peki kurtulmak istediğimiz 12 Eylül Anayasası değil midir?
12 Eylül anayasası Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin içerdiği temel hak ve özgürlüklere önce yer veren, ardından özel yasaklarla ve istisnalarla geri alan anayasa değil midir?
Her bir temel hak ve özgürlüğü kendi içinde "özel" olarak sınırlayan, özgürlük ve hakların kötüye kullanılmasını ifade eden yasakları tek tek sayarak yeni bir sınırlamaya daha başvuran metin değil midir?
Öneri mantığıyla 12 Eylül'ün mantığı arasında fark nerede?
Geriye söylecek söz kalıyor mu?
Evet, zihniyet sert çekirdek...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.