Tony Judt Savaş Sonrası- 1945 Sonrası Avrupa Tarihi adlı esersinde 1945-49 yılları boyunca Almanların çoğunun “Nazizm’in iyi bir fikir olduğuna ama kötü uygulandığına inandıklarını” kaydeder.
Türkiye’de geçmişte uygulanan “bazı kötü fikirler”’ nedeniyle ortaya çıkmış katliamlarla ciddi bir hesaplaşma ve bu geçmişin hesabını kapatma sorunu var.
Almanlar, Nazizm’in uyguladığı vahşet bütün boyutlarıyla ortaya çıktığında bile, Nazizm’in iyi bir fikir olduğuna inanıyorlardı. Türkiye’de de durum buna benziyor.
Türkiye’nin değişim sürecini, İttihatçı-Kemalist blok ve değişim yanlıları arasında yaşanan çatışma belirliyor. Statükodan yana olanlara göre, Kemalizm ve İttihatçılık her yönüyle kusursuz birer modeldir. Gerektiğinde yeniden uygulanabilecek eskimemiş bir modeldir. Bugünün Kemalistleri ve neo-İttihatçıların geçmişteki uygulamalara hiçbir itirazları olmadığı gibi, 1915’ten Dersim’e İttihatçı-Kemalist uygulamaların tümünü, yani pogromları ve soykırımları, ya uygarlaştırıcı projeler olarak ya da, “Türk milletini arkadan hançerleyenlere ödetilmiş bir bedel” olarak görürler. Ödetenlerin tarihsel haklılığı zaten tartışma konusu bile değildir.
Dünyada ve bizde yüzleşme ve hesaplaşma süreçleri üzerine birkaç yazı yazmak istiyorum. Beni buna zorlayan üç yeni gelişme var. Biri benim de mağduru olduğum, yaralı kurtulduğum ve Apê Musa’nın hayatını kaybettiği olay, 20 Eylül 1992’de Diyarbakır’da gerçekleşen suikast, bu olayla ilgili, yeni tanıklıkların, yeni bulguların ve gelişmelerin olması. Diğeri de bir hukuk skandalına dönüşen Hrant Dink davasının gerekçeli kararıyla ifade edilen anlayış –örgüt var ama biz bulamadık!– ve DDK’nın Hrant Dink cinayeti için yaptığı araştırmanın deklere edilen raporunda altı çizilen gerçekler. DDK’nın raporu, kanaatimce Susurluk Raporu’ndan sonra devlet cephesinden ortaya konulmuş ikinci ve önemli belge niteliğini taşıyor.
Meselenin bir yanı bu. Yargının aldığı ve hayal kırıklığı yaratan kararlar, devam eden davalar, hükümetin bu konularda aldığı siyasi tavır, başlattığı hamleler, devletin istihbarat örgütlerinin bu davalara ilişkin bilgi paylaşmaktan yana olmayan tutumu, bütün bunlar somut olarak üstünde konuşulabilecek epey veri içeriyor. Ama konunun bir başka yanı var.
Bu kadar çok şey yaşamış, ölümler, katliamlar görmüş halkın eğilimlerini ortaya koyan ciddi araştırmalara ihtiyaç var. Çünkü Türkiye öyle bir sürece girdi ki, bu süreç artık yargı ve hükümetin tavrı arasına sıkışıp kalamaz, geçmişin hesabının sorulması, bir “siyaset malzemesi” olarak görülemez
Peki, halk acaba bu süreci nasıl görüyor?.
Türkler acaba, Kürtlere neler yapıldığını, her gün biraz daha öğrendikçe, neler hissediyorlar ve ne düşünüyorlar?
Faili meçhul cinayetler, Diyarbakır cezaevinde yaşananlar, toprağın altından çıkan kemikler Türk halkının hissiyatını ve beraber yaşama duygusunu nasıl etkiliyor?
“Keşke olmasaydı, ama bunlar PKK’yle savaşta kaçınılmaz olarak meydana gelen olaylar” diyenlerle, “Hiçbir devlet, sebebi ne olursa olsun, kendi yurttaşına karşı böylesi bir zulüm uygulama ve hukuk dışına çıkma hakkına sahip değildir” diyenlerin oranı acaba kaçta kaçtır?
Ortada bunu anlamamızı sağlayacak müspet araştırmalar yapılmamış olsa da, katillerin hâlâ aramızda dolaşıyor olmaları ve suçun inkâr edilmesi konusunda, JİTEM, Ergenekon, Hrant Dink ve Musa Anter davası gibi birçok davada ortaya koydukları “performans”, bugün artık katillerle ve methiyeler düzdükleri Veli Paşalarıyla beraber yargılanan Ergenekon mütefekkirlerinin, çeşitli dezenformasyon faaliyetlerini ihtiva eden makaleler ve kitaplar yazarak sürdürüyor olmaları; doğrusu bütün bu faaliyetlere uygun ve bunu onaylayan, oldukça pasif, doğru bilgi edinme hakkından neredeyse katiller lehine feragat etmiş ve olup bitenlere hâlâ seyirci durumunda bulunan bir kamuoyu olduğunu gösteriyor.
JİTEM’i iftiharla kurduğunu söyleyenlerin, tetiği çekenlerin, katillerin ve azmettiricilerin, kitapları en çok satanlar listesine giriyor. Bu yanıyla dezenformasyon ve bilgi kirliliği artık yüzlerce kitaptan oluşan bir külliyata sahip ve bu külliyata her geçen gün bir yenisi ekleniyor.
Kürt toplumu bu tablo içinde daha da vahim bir yerde duruyor. Devletin taammüden uyguladığı bir sistemin, bugün daha yeni yeni sorgulanmakta ve hesabı sorulmakta olan bir sistemin kurbanı haline getirilen Kürtler, şimdi de, sistemi hayata geçirenlerin “kurbanla oynama” taktiğinin bir hedefi haline getirilmek isteniyor. Kürt toplumu geçmişiyle yüzleşme söz konusu olduğunda, bir kâbus yaşamaktan korkuyor. Bazı Kürt aydınları PKK’nin iç infazlarının yer aldığı listeleri savcılara sunuyorlar, oysa bu listeleri ve infazları devletin bilmemesi imkânsız. Bunlar devletin arşivinde, istihbarat raporlarında var. Ama devlet bu geçmişte yapılanları bilmiyormuş gibi davranıyor. Kendi suçlarını örtbas etmenin bir aracı olarak da kullanıyor. Kurbanların kendileri yok ortada, aileleri yok, yetkili makamlara müracaatları yok, ama “onların hakkını savunan” ve okurlara, televizyon izleyicilerine, “PKK’ye karşı olan görüşleriyle bilinen” diye takdim edilen, bazı Kürt aydınları var!
Doğru tabii, biz son otuz yılda, Kürt meselesinden kaynaklanan bir iç savaş yaşamakla kalmadık; bu iç savaşın kurbanlarının, kendi zalimine dönüştüğü ve bu dönüşümün bir sonucu olarak ortaya çıkan sayısız cinayete ve katliama da tanıklık ettik. Lakin bu doğruları, isyanın siyasi sonuçları ve çözüm politikalarının önüne koyup tartıştığımızda, Kürt aydınlarına da, bu sürece de haksızlık etmiş oluruz.. Yeri gelmişken, zaman zaman haksızlığa uğrayanlardan biri olduğumu da söylemem gerekir.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.