• BIST 9367.77
  • Altın 2952.122
  • Dolar 34.4839
  • Euro 36.1941
  • İstanbul 7 °C
  • Diyarbakır 9 °C
  • Ankara 13 °C
  • İzmir 18 °C
  • Berlin 1 °C

Yöneticimiz buysa, çekeceğimiz var!

Abdullah Can

Kasım’ın 8’i, günlerden Pazar’dır. Bir akrabamın vefatı dolayısıyla Diyarbakır’ın büyük bir ilçesinde, taziye evindeyiz. Merhum akrabam, iyi bir intiba bırakmış ki, sadece ilçe merkezinden değil, çevre köylerden, ilçelerden, hatta komşu ve uzak illerden de gelenler vardı. Güzel bir adet; her gelen, ya Fatiha tekmili verir, ya da bir Aşir okuyarak merhuma dualarını sunuyorlardı. Daha da güzeli, başköşede oturan Seydalarımızın, hayat ve ölüm gerçeğine dair tesirli ve teselli verici nasihatleriydi. Bu nasihatler, Kurmancî ve Zazaca olmak üzere Kürdçe yapılmaktaydı. Karşılıklı sohbetler de öyle...

Taziye evi, hıncahınçtı; pek boşaldığı da yoktu. Çay servisleri mükemmel, sofralar eksiksizdi. Yüzlerde hüzün dolu bir tebessüm vardı. Cemaat, cana yakın ve içtendi. Dünya ve siyasetin yerini, selam ve dualar, tebessüm ve sıcak ilişkiler almıştı. Maddi hava kadar, manevi hava da hoştu; ılımandı. Bir ara fırsattan istifadeyle, çocukluk ve gençliğimi geçirdiğim ilçenin sokak ve pazarına indim; nüfus artışının dışında, pek fazla bir değişiklik yoktu. Her şeye rağmen, ilk, orta ve liseyi okuduğum şirin ilçem ruhumu sardı, maziye götürdü; geçmişimi derhatır ettirdi. İlçe sakin, hayat capcanlıydı. Bilinçli ve ferasetli hemşerilerim, –Allah’a şükür– gürültüye pabuç bırakmamıştı.

Bunlar, müsbet şeyler; ancak her hayırlı işin ve gidişatın muzır engelleri olduğu gibi, bulunduğumuz ortamın da havasını bozan muzır bir olay yaşandı. Bu olay, sadece bende değil, taziyede oturanların tamamında şok etkisi yaptı. Bu yazı, bu şokun etkisiyle yazıldı. Edebi tasvirlerle ya da abartılı anlatımlarla meseleyi büyütmek niyetinde değilim; ancak bu şokun, bu güne değin ülke ve halk dinamiklerimiz üzerindeki menfi tesirini, sosyal ve siyasal insicamın bozulmasındaki derin izlerini görmek ve göstermek açısından, –bir parametre olacağı inancıyla– sunulmasında fayda mülahaza ediyorum. Birilerin zülfüyârına dokunsa da, küllün selameti adına, bazı kangrenli uzuvlara neşter atılmalıdır düşüncesindeyim.

Evet, taziye evindeyiz; o sırada bir iş münasebetiyle yerini terkeden Seydamızın yerine beni oturttular. Bana, “Siz buyurun, gelen gidenler adına Fatiha tekmili verirsiniz!” dediler. Haddim olmayarak başköşeye oturdum, dakikada bir “El-Fatiha” ya da “Lillahi’l-Fatiha” vb. hatırlatmalarla, merhumun ruhuna dualar gönderiyorduk. Cemaatin gayet kalabalık ve sükûnetin tam olduğu bir anı fırsat bilerek, bazı bildiklerimi paylaşmak istediğimi bildirdim. Sağ olsunlar, memnun kalacaklarını söylediler. Ben de, “La ilahe illallahu vahdehu la şerike leh...” diyerek, hadiste, “İsm-i Azam derecesindedir” diye tavsif edilen 11 kelimelik tevhidî cümleyi mealiyle ve biraz da izah ederek sunmak istedim. Sunumumu, –mukteza-yı hale mutabık olarakKurmancî olarak yapıyordum. Ortamdaki hâkim manevi atmosferin etkisiyle, iyi bir konsantrasyon yakalamıştım.

Cemaat pürdikkat, ben ise anlatımdaydım. O sırada yeni bir konuğumuz geldi; ilçenin kaymakamı ve yaverleri... Bu geliş vesilesiyle, tekrar bir Fatiha tekmili; akabinde, sohbetimi devam ettirme gayretim... Taziye sahibi akrabalarımdan biri, daha erken davranarak, “İlçe kaymakamımız” diyerek cenaplarını takdim ettiler. Tekraren, “Hoşgeldiniz!” dileğinde bulundum ki, kendileri, “Hoca mısınız!” gibi ortamın ve taziyenin ruhuna aykırı düşen absürt bir soru sormasın mı! İçimden, bir “Hasbünallah” çektikten sonra, “Hayır, değilim; Ankara’dan gelmişim, misafirim, taziye sahiplerindenim; kelime-i tevhidi anlatıyorum...” gibi bir izahatla, fazla soruya hacet bırakmaksızın konuya girmek istedim. Kendilerine, “Kaymakam Bey, müsaadeniz varsa, mevzuya devam etmek istiyorum!” dedim. Kendisi, “Ama Türkçe olsun, her kes Türkçeyi biliyor” gibisinden, psikolojik bir müdahalede bulundu. Ben, “Gelenlerin çoğu Küdçe(Zazaca, Kurmancî) konuşurlar ve önemli bir kısmı da köylerden gelmiştir; Kürdçe anlatımdan daha çok istifade ediyorlar” dedimse de, devletlû cenapları, “Yok, yok; Türkçe olsun!” ısrarından vazgeçmedi.

Bu arada, herkeste bir homurdanma, simalarda bozarmalar, bakışlarda elektriklenmeler farkettim. Ortamda bir gerginlik olmasın diye, “Şeytana lanet!” dedim, sohbeti Türkçe olarak devam ettim. Bende, az önceki moral ve efordan eser kalmadığı gibi, cemaatten de kalkıp gidenlerin hesabı yoktu. Hâsılı, sohbetimiz sabote edildi; cemaatin istifadesine engel olundu. Bu arada kendileri de, “Bir Fatiha okusanız!” talebinde bulunduktan sonra, kalkıp gittiler. Ve asıl tartışma, bundan sonra başladı...

Bazıları, “Çok ayıp etti!”, bazıları, “Varsın, size dua etsin!”, bazıları, “Dua etsin ki taziyedeyiz!” vb. tepkiler gösterirken, benim kısaca değerlendirmem, “Basiretsizlik ve nezaketsizlik!” şeklinde oldu.

Tabii, sayın amirin bu askerce ve emr-i vakice müdahalesini, sivil ve özgürce bir tepkiyle boşa çıkartabilirdim; ancak, gerek ortamın nezaketi, gerekse kişiliğim buna elvermedi; bir “La havle” çekerek, bu kabalığı, müdahilin seviye-i irfanıyla telif ve tefsire çalıştım. Hani bir hikâye anlatılır ya; adamın biri oğluna hep, “Sen adam olamazsın!” dermiş. Günün birinde vali olan oğul, babasını mahcup etmek istemiş; polisleri aracılığıyla onu tarlasından aldırarak, yaka-paça huzuruna getirtmiş ve ona, mazideki sözlerini hatırlatmış. İşin aslını anlayan yaşlı baba, istifini bozmaz; bir kere daha: “Evet, oğlum! Ben sana vali olamayacağını söylemedim; adam olamayacağını söylemiştim. İşte ispatı; adam olsaydın, babanı böyle yaka-paça sürükletip huzuruna getirtir miydin?” demiş; işte onun gibi bir şey...

Bir Türk kardeşimizin şu ifadesi, hadise sonrasının –belki de– en isabetli ve en etkileyici tespitidir. Kendisine “pismam”(amcaoğlu) diye iltifat ettiğimiz o Türk kardeş aynen şunu söyledi: “Bir Türk olarak, beyefendinin söylediklerinden utanç duyuyorum; onun söylemleri, ne Türklere, ne de Kürdlere,uğursuzluktan başkahiç bir fayda sağlamaz; tek kelimeyle, kınıyorum!”  

Evet, yaşananlar aynen böyledir. Bir mülki idarecinin; çok hassas bir zaman diliminde, hassas ve kırılgan bir zeminde, büyük ekseriyetin Kürtçe konuştuğu ve Kürtlük aidiyetinin zirvede olduğu bir ilçede, yıllardır Kürdlükle özdeşleşen bir parti belediyesinin hâkim olduğu bir şehirde, taziye dolaysısıyla manevi duyguların dorukta olduğu bir ortamda ve tamamen imanî bir mevzunun işlendiği bir sohbette böylesi bir müdahale, sadece müdahaleciye olan güveni değil, onun temsil ettiği siyasî erk ve iktidara, ülke ve devlete de zarar vermektedir. İnsanların en tabii hakkına –arkasındaki temsiliyet erkini kullanarak– engel olmak, Allah’ın bahşettiği bir hakkı gasp etmek, tek kelimeyle, “Kaş yapayım derken, göz çıkarmak”la eşdeğerdir?

Yıllardan beridir söylenen ve artık herkesçe kabul gören bir gerçeklik vardır; o da, Türklerle Kürdlerin ortak paydasının ve en güçlü tutkalının İslâm olduğudur. Dikkat ediyor musunuz, bir mülki amir, İslâm’ın temeli olan Tevhid konusunun işlenmesine dahi engel olabiliyor; neden? Sadece ve sadece Kürdçe anlatıldığı için...

Allah’ın(cc), “Biz her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (Allah’ın emir ve yasaklarını) iyice açıklasın”(İbrahim Suresi, 4) hükmü bu kadar açık iken, dindar olarak bilinen bir iktidarın –belki de– dindar olan bir amirinin, bu denli dine ters düşen bir müdahalesi, elbette yenilir-yutulur cinsten değildir.

Unutulmamalıdır ki, halkımızın en hassas noktalarından biri din ise, diğeri dilidir. Yıllar yılıdır bağırıp çağırdığı “en temel”, “en meşru” ve “en haklı” talebi budur; bunu inkâr etmek ne kadar zulümse, engellemek de bir o kadar zulümdür. İnsan hak ve hürriyetlerine aykırı her teşebbüs ve uygulama, her engelleme ve müdahale, Allah ve yaratılış kanunlarıyla savaştır. Bu savaş, her zaman savaşa tutuşanları bitirmiştir.

Elhasıl: Önemli ve hassas noktalarda bulunanlar, duygu, düşünce, eğilim ve ideolojilerinden arınmak zorundadırlar; adeta kendilerinden geçip, yalnızca “temsil” ettikleri makamın, deruhte ettikleri vazifenin endişesini taşımalıdırlar. Hiçbir mülki amirin, “temsiliyet” rollerini, ırkî ve ideolojik emellerine kurban etmek gibi bir salahiyeti yoktur, olamaz. Ve hiç bir devlet mekanizmasının de, bu temayülde olanlara göz yummak gibi bir nemelazımcılığı olamaz, olmamalıdır. 

  • Yorumlar 14
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Yazarın Diğer Yazıları
    ÖNE ÇIKANLAR
    Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0532 261 34 89