Tarihsel geçmişin üzerimizde bu denli etkili, hatta belirleyici olduğunu görmek hayal kırıcı ama ne yapalım ki gerçek… Ve bu gerçekle yüzleşilmedikçe de ‘kendimizi bilerek kısıtlamaya’ dönük toplumsal psikoloji devam edecek. Mesele Türkiye’de mahalle baskısının veya otorite karşısında direnememe halinin bir ‘kültür’ oluşturması… Dolayısıyla ortada ‘birey’ görmekte zorlanıyoruz. Sanatçılarımız bile kendi başlarına ve ayrı durma konusunda sıkıntı yaşarken, aydınlar ancak kendilerine benzeyenlerle birlikte ufak cemaatler halinde içe kapanırken, siyasetçilerin bu kabuğu yırtmaları zor.
***
Üstelik kişisel hareket alanımız otoriter laiklik ve milliyetçiliğin hakim kılınmasına yol açan bir ‘kurucu’ ideoloji tarafından belirlenmiş ve bu durum anayasanın değişmez maddeleri olarak yazıya dökülmüş. Devletin sahibi olanlar, ya da hasbelkader devleti ele geçirenler makbul vatandaşın nasıl düşünüp davranacağını söylemekle kalmıyor, geleceğin nesillerinin resmi devlet anlayışını pekiştirmesini ve bir yandan da kendi beğenilerine uygun olmasını istiyor.
Demokrat zihniyetten nasibini hiç almamış bir kültür… Ama ‘demokrasi’ de olmak istiyor. Bunun referansı olan Batı ise, demokrat olmasa da relativizmi hazmetmiş bir dünya. Mutlak doğruların olmadığı, herkesin bilgisinin ‘kendisi için’ makbul bulunduğu, otoritenin denetlendiği ve bireysel özgürlüklerin de olabildiğince geniş alanda uygulanabildiği bir ‘varoluş’ tasavvuruna dayanıyor.
Bu ilkelerin en fazla geçerli olması gereken yer ise tabi ki parlamentolar. Çünkü toplumu ilgilendiren tüm kararlar burada alınıyor, tartışmalar bütün açıklığıyla burada ve toplumun gözü önünde yapılıyor, iktidar odakları bu kurum tarafından denetleniyor ve nihayet burada her milletvekili kendi aklı ve vicdanı doğrultusunda hiçbir şeyden çekinmeden kendi doğrularını söyleyebiliyor… Kürsü dokunulmazlığı denen ‘imtiyazın’ işlevi bu… Milletvekillerine bu sayede vatandaşların kullanabileceklerinin çok ötesinde bir ifade özgürlüğü imkanı tanınıyor. Çünkü fikirlerin saklı kalmaması, aksine korkusuzca savunulabilmesinin evrensel bir insan hakkı olduğuna ve doğruların bulunmasına hizmet ettiğine inanılıyor.
Öte yandan Türkiye de demokrasi olduğunu söylüyor ve kendisinin bir demokrasi olarak görülmesini istiyor. Nitekim AK Parti’nin ilk on yılı vesayetin bitirilmesi ve sivil siyasetin hak ettiği saygıya kavuşturulması açısından çok etkili oldu. Kürsü dokunulmazlığı bu dönemde anlam kazandı ve demokratik çıtanın yukarı çekilmesine hizmet etti…
***
Derken AK Parti artık AK Parti ‘gibi’ olmamaya başladı… Cumhurbaşkanlığı sisteminin gelmesiyle de söz konusu farklılaşma sistemik hale geldi. Bugün AK Parti iktidarının iradesi ile kürsü dokunulmazlığını anlamsız kılan bir Meclis iç tüzüğümüz var. Buna göre Anayasa’nın ‘değiştirilemez’ maddelerinin çizdiği ‘düzene’ ve ‘Türk milletinin’ tarihine hakaret etmenin, “Cumhuriyet’in ülkesi ve milletiyle bölünmez” yapısının ima ettiği idari yapıya aykırı tanımlamalar yapmanın cezası var.
Kısacası Meclis kendi isteği ile söz hakkını ve hürriyetini kısıtlıyor. Muhalefet ise sığ ve klişe bir itirazı aşamıyor. Bunun milletvekilleri için tek kelimeyle ‘utanılası’ bir durum olduğu bile idrak edilmiyor. Üstelik bu söz konusu tüzük maddesinin ‘düzeltilmiş’ hali… İktidar kanadının teklifinde ‘ithamda’ veya ‘aykırı beyanda’ bulunmak da cezaya
tabi idi...
Bazılarına göre Türkiye ‘yerli ve milli’ güzergahta ilerliyor olabilir. Meclis’in ‘yerli ve milli’ olmasından bunu mu anlıyoruz bilemiyorum, ama demokrasi denen yönetim sistemi açısından gerilediğimiz belli ve bunu hepimiz görüyor, biliyoruz. Bazımız söylüyor, bazımız susuyor… Tek fark bu...
Not: İsveç başbakanının ağzından verilen ve benim 17 Ağustos yazımda kullandığım alıntı 4 Ağustos’ta sosyal medyada dolaşıma çıktı. 12 gün geçti herhangi bir tekzip gelmedi. Yine de birkaç paragraflık alıntıdan iki cümleyi “İsveç başbakanı şöyle demiş” diyerek kullandım. Görünen o ki palavraymış, okuyuculardan özer dilerim. Umarım örneğin geçersizliği yaşanmakta olan gerçeğin üzerini örtmez.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.