Kürt sorununda uzun zamandır Cehennem şartları ile Cennet ihtimali arasında salınıyoruz. Cehennem’den çıkıp Araf’a geldiğimiz dönemler oldu. Araf derken, sorunu müzakereyle çözme çabasının ağırlık kazandığı hâli kastediyorum.
Bu dönemlerin ilkini 1990’ların başlarında yaşadık. Cennet’e çok yaklaşmıştık. Ama bugün artık ayrıntılarını bildiğimiz nedenlerle başaramadık bu geçişi. Öcalan’ın yakalandığı 1999 yılından 2004’e kadar geçen süreyi ayrı bir yere koymak lazım. Ondan sonraki en ciddi Araf fasılası, “Oslo süreci”yle ortaya çıkmıştı. Bu sürecin çökmesinden sonra, cehennem gibi bir ortama girdik. Bir buçuk seneyi cehennem şartlarında geçirdik. Şimdi yeniden Araf’tayız; daha doğrusu Araf’ın kıyısına demir attık.
“Buraya neden geldik” sorusuna cevap verebilmek için, o bir buçuk yıllık Cehennem ortamında neler olduğunu hatırlamak lazım.
Hükümet, “Oslo süreci”nin çökmesinden sonra, yeniden “topyekûn güvenlik politikası”na yöneldi. Bu politikanın amacı, PKK’yi siyasi ve askerî açıdan etkisiz hâle getirmek, hatta “bitirmek” olarak ilan edildi.
PKK ise, “devrimci halk savaşı” ve “alan hâkimiyeti” gibi yöntemleri politikalarının merkezine yerleştirdiğini duyurdu. Bu politikaların amacını da hükümeti fiilen çökertmek ve AKP’yi siyaseten “bitirmek” olarak tanımladı.
Aslında iki taraf da, seçtikleri yöntemlerle ilân ettikleri hedeflere ulaşamayacaklarını biliyorlardı. Bu demektir ki, hükümet de PKK de müzakere yoluna dönmenin kaçınılmaz olduğunu görüyorlardı. İlan ettikleri amaçlar ve arzu ettikleri sonuçlar ne olursa olsun, gerçek hedefleri, yeniden kurulması kaçınılmaz olan müzakere masasına kendilerinin daha güçlü, karşı tarafın daha zayıf oturmasını sağlamaktı.
Bu amansız ve uğursuz bilek güreşi, sadece içeride değil, başta Suriye olmak üzere bölgenin bütününde yaşandı. Hükümet, PYD’yi Suriye’deki denklemde etkisiz eleman durumuna düşürmek için birçok yöntem denedi. PKK de, PYD’nin etkili eleman olmasını sağlamak için çok enerji harcadı.
Suriye denklemindeki güç mücadelesinin ayrıntılarını başka bir yazıda tartışacağım. Şimdilik şu kadarını söyleyeyim. Bu denklem hükümetin görmek istediği noktadan epeyce uzak. PKK’nin bulunduğu yer de, olmak istediği konuma yakın sayılmaz.
Öte yandan, içerideki bilek güreşi de, tarafların hayal ettikleri sonucu vermiş değil. Ne hükümet PKK’yi istediği gibi zayıflatabildi, ne de PKK hükümeti istediği gibi sarsabildi.
Bu bilek güreşini sertleştirerek uzatmak, her iki tarafın siyasi hesapları açısından ne makul olurdu, ne de sürdürülebilir. Ayrıca ABD’nin kurmak istediği Suriye denklemi de, PYD’nin dışlanmasını öngörmüyor, ama belirleyici olmasına da elvermiyor. Barzani’ye burada daha fazla alan açacak bir denge, ABD açısından çok önemli gibi görünüyor. PKK, bu dengeyi reddetmenin ya da fazlaca zorlamanın, kendisi açısından ciddi sıkıntılar yaratabileceğinin farkında..
Çok kaba bir şekilde özetlediğim bu tablo, müzakere yoluna dönmenin, her iki taraf açısından da bir tür mecburiyet olduğunu gösteriyor.
Hükümetin Öcalan’ı merkezî aktör ve asli muhatap olarak tercih etmesinin başlıca nedeni, bu karmaşık denklem etrafında süren sert kapışmadan en az etkilenebilecek kişi olduğuna inanmasıdır bence. Öcalan’ın Kürt hareketi üzerindeki etkisi ve hareketin tabanındaki yüksek itibarı, belirleyici değil, destekleyici sebeplerdir.
Sebepler ne olursa olsun, Öcalan’ın “baş müzakereci” olarak kabul edilmesi doğru bir tercihtir. Kürt hareketinin diğer bileşenleri merkeze alınsaydı, çok büyük ihtimalle akılları hep o kapışmada olacaktı. Dolayısıyla müzakere sürecinde çözüme odaklanmaktan çok, konum güçlendirme hesapları öne çıkacaktı.
İstikrarlı ve dirençli bir müzakere sürecinin inşa edilmesini ve bu sürecin “çözüm”e doğru evrilmesini engelleyebilecek en önemli faktör, bilek güreşini bu zeminde sürdürmektir. Şimdiye kadar gelen işaretler, Öcalan’ın bu hesaplardan uzak durduğu, yani müzakere sürecinin doğasına uygun davrandığıdır.
Ancak başta Başbakan ve başdanışmanı olmak üzere hükümet çevrelerinden gelen işaretler, akıllarının (en azından bir kısmının) hâlâ o noktaya takılı kaldığı izlenimi veriyor. Özellikle Yalçın Akdoğan’ın sözleri ve üslubu, bu yöndeki şüpheleri güçlendiriyor.
Aynı şey, Kürt hareketinin diğer bileşenleri için de geçerli.
Her iki kanat da, bu sürece gelinmesini, diğer tarafın zayıflamasına bağlamaya ve onun zaafı olarak algılatmaya çalışıyor.
Henüz sürecin erken bir aşamasındayız. Taraflar, kendi kamuoyları karşısında zor durumda kalmamak için böyle davranışlar sergileyebilirler. Ancak bunda ısrar etmeleri, sürecin çözüme doğru ilerlemesini çok zorlaştırır, yol kazası ihtimalini çok yükseltir.
Başlayan sürece taraflar ne ad ve nasıl bir anlam verirlerse versinler, bu sürecin nesnel hedefi, Kürt sorununun çözüm rayına sağlam bir biçimde oturmasını ve silahların nihai bir biçimde devreden çıkmasını sağlamaktır. Bu hedefe bu yöntemle ulaşılmasını isteyen herkesin ve her kesimin yapıcı bir tutum takınması gerekir. Eleştiri, itiraz, uyarı vb. elbette olacaktır, mutlaka olmalıdır. Lakin burada da, bu sürecin pekişmesi ve o hedefe doğru ilerlemesi esas alınmalıdır.
Bu tür süreçlerin, baştan sona ve her ayrıntıda planlanarak yürütülmesinin ve mutlak bir şekilde kontrol edilmesinin imkânsız olduğunu hatırlatalım. Bu demektir ki, her kesim, süreci istediği yöne çekme şansına sahiptir. Demokratik çözüme barışçıl yollarla ulaşmak isteyenlerin bu şansı sonuna kadar değerlendirmeleri, tarihî bir sorumluluktur...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.