Yıllar yılıdır söylediğimiz ve halen de söylemekte ısrar ettiğimiz bir gerçek var: Risale-i Nur’lar tahrifata uğramıştır... Bu bir iddia değil, delil ve belgelere müstenit bir tespittir. En az 30 yıldır dillendirilen bu gerçek, birilerce hep inkâr edildi, örtbas edildi. Yetmez, iddia sahipleri akla-hayale gelmez ithamlara maruz bırakıldılar. “Fitneciler”, “Kürtçüler/bölücüler” ve en hafif ifadesiyle “kötü niyetliler” olarak lanse edildiler. Hatta iddiacılardan ismi “Sıddık” olan bir ehl-i iman kardeşleri için “zındık” demekten bile içtinap etmediler. Aleyhte broşürler, mektuplar, bültenler yayınlandı. Tahrifat iddiasında bulunanlar, lanetlik bir güruh gibi, her tarafta teşhir edildiler; karşı propagandalarla çürütülmeye çalışıldılar. Hâsılı, dövüldüler, yerildiler, kovuldular.... Ama bir defa olsun dinlenilmediler; dinlemek istemediler...
Hâlbuki sağlıklı bir karar için sağlıklı bir kafa ve düşünceye ihtiyaç vardır. Sağlıklı düşünce ise, her türlü taassup illetinden ve asabilik haletinden azade olmakla hâsıl olur. Hakperestlik, her zaman için nefisperestliğe tercih edilmelidir. Hak, kimin elinden ve dilinden çıkarsa çıksın, ona taraftar olunmalıdır. Sadece ben haklıyım, benim dediğim haktır anlayışı “tekelci(inhisarcı)” bir anlayış olup beraberinde düşünsel despotizmi getirir. Hak(gerçek), evrenseldir; kimsenin icadı ve özel patenti olamaz. O doğrudan doğruya, Yaratıcının “Hak” isminin zamanlar ve mekânlar üstü bir tecellisidir. Bu tecelli, güneş gibi her kese ve her kesime açıktır ve eşit mesafededir. Herkes o tecelliye mazhar olabilir.
Allah indinde sorumlu ve insanlar nezdinde mahcup olmamak için, bildiğimiz gerçekleri gizlememeliyiz. Gerçekler herkesle paylaşılmalı; umumun istifadesine sunulmalıdır. Onu gizlemek, aksini iddia etmek, yanlışta ısrar etmek, batılı şiar edinmek, haksızların yanında yer almak, haklılara karşı durmak, insanca ve Müslüman’ca bir tavır değildir. “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır” hadisi, hakperestliğin şiarı, hakperestlerin de şaşmaz düsturu olmalıdır. Haksızlık karşısında suspus olmayı yeğleyenlerin, aynı suçun ortağı ve hadisin tespitiyle “dilsiz şeytan”lar güruhundan oldukları unutulmamalıdır. Kendi adıma, ben bu güruhtan istiaze ediyorum ve bu istiazenin muktezası olarak da bildiğim hakikatleri gizlemeyeceğim. Zira “hakkın hatırı âlidir, hiç bir hatıra feda edilmez.”
Biriler, “Efendim her hak her yerde söylenilmez” düsturuna sarılabilir; yazılanları, yani “Nurlardaki tahrifatçılığı” yersiz ve zamansız bulabilirler. Meşru dairede kalmak ve alternatiflerini ortaya koymak şartıyla, her türlü eleştiride de bulunabilirler. Hepsine açığım. Bununla birlikte, inandığım hakikatlerin daha çok tahrif edilmesine sessiz kalamam; kalmamalıyız. Delil ve belgelerle dayanarak, yapılan tahrifatları teşhir etmeli; bundan sonraki yapılacaklara da “dur” demeliyiz. Amaç, Nurların “iade-i itibar”ı ve asla dönüşün sağlanmasıdır. Çalışmamda, tek odaklanacağım nokta, hakikatlerin bizatihi kendisidir; şahıs ve kurumlar hedefim değildir. Risale-i Nur’ların hukukunu muhafaza ve Üstad’ın orijinal ifadelerine sadakate davet aslî hedefimdir. Birilerinin zülf-i yârına dokunacak diye yıllardır yapılan yanlışlıklara sünger çekilmez; çekmeyeceğim ve çekmemeliyiz.
Risale-i Nur’da yapılan tahrifatları bir tek yazıyla anlatmak ve belgelemek mümkün değildir. Zira tahrifatın boyutları bir makaleye sığamayacak kadar geniştir. Yıllardır yapılan tahrifat tahribatının bir kaç yazıyla tamir edilemeyeceğinin şuurundayım. Nurları, babalarından kalma miras gibi telakki eden zihniyetler, “Mülk sahibi kendi mülkünde dilediği gibi tasarruf edebilir” anlayışıyla, yıllar yılıdır tasarruflarla evirip çevirdikleri için bir hayli deforme etmişlerdir. Geçen kırk yıllık süreçte, emanetçi olmaktan çok sahib-i mal gibi davranan bu çevreler, Nurların kolunu-kanadını kırmaktan hiç geri kalmamışlar. Kitaba uyacakları yerde, kitabı kendilerine uydurdular. Emanete ihanet ettiler. Üstad’ın hayatının gayesi olan “Nurlar”ı, menhus düşüncelerine ve pest emellerine alet ettiler. Nurlara sızan bu güve düşünceler, sahifeleri delik deşik ettiler; hakikatlerin şeklini bozdular. “Yapmayın! Etmeyin! Yazıktır!” diyen feryatlara ise kulak asmadılar.
Hâlbuki Bediüzzaman, kendi zamanında nasıl bir Külliyat bıraktıysa ona sadık kalınmalıydı. O eserler bir “emanet” bilinmeliydi; onlara hıyanet değil, sıyanet edilmeliydi... Şerh, izah ve tanzimlerin dışında, hariçten eller girmemeliydi. Eserlerde yapılması gerekli olan bütün tasarrufları, zaten müellif yapmış ve bitirmişti. Hiç bir eğrili ve pürüzlülük durumu bırakmamıştı. Tashihat çok önemliydi; bazen bir harfin değiştirilmesi büyük bir manayı yok edebilirdi. Onun için yazıldıktan sonra teksir edilen bütün eserler, bizzat müellif tarafından tekrar elden ve gözden geçirildikten sonra son halini alırdı. Bize bırakılan Külliyat işte bu son halli olanıydı.
Ne olduysa oldu; Üstad’ın vefatı sonrasında, iş başına geçenler ya da geçirilenler, asıldan uzaklaştılar; asıl Külliyat ile bastırdıkları Külliyat arasında büyük farklılıklar ihdas ettiler. Osmanlıca asıllara vakıf olmayan saf, temiz ve ihlâslı Nur Talabeleri de, “Abiler ne yaparsa doğru yapar” diyerek mutlak emniyete yattılar; karşılaştırma ihtiyacı duymadılar. Ancak zaman gösterdi ki, mutlak emniyet ve kuru kuruya hüsn-ü zan doğru değildir. Doğru olan, ehl-i tahkik olmaktı; Nurların hukukunu koruma adına, basılan yeni yazı kitaplar Osmanlıca asıllarıyla karşılaştırılmalıydı... Ama yapılmadı; yaptırılmadı. İşte derdimiz bu, ıstırabımız bu...
Derdimizi dinletmek, ıstırabımızı dindirmek için sesimizi çıkartma ihtiyacı duyduk. Bize düşen bağırmaktır; feryat etmektir. Dinleniriz ya da dinlenmeyiz; en azından vazifemizi yapmış olacağız; en azından; “Sessiz kalmadık”, “Bildirdik”, “Karşı çıktık” diyebileceğiz. Bu noktada, bizimle aynı hassasiyete sahip olan bütün Nur Talebeleri ve Nur muhiplerinin duygularına tercüman olmak; hissiyatlarını ihtizaza getirmek ve onların da sesi-soluğu olmak niyetiyle attığımız bu adımın devamının da geleceğini belirterek ilk adım ve ilk neşterimizi atıyoruz:
1- Son zamanlarda hizmet zannıyla hareket ettiği sanılan, ancak “Üstad’ın seyyidliği” üzerinden milliyetçi temayüllerini ete-kemiğe büründüren Ahmet Akgündüz Bey’in de yakından tanıdığı pek yakınındaki bir isimden (adı mahfuz) elime geçen bir belgeyi sizinle paylaşacağım. Diyarbakır camilerinden birinde imamlık yapmış olan ve adı yanımda mahfuz şahsın elime tutuşturduğu bu belge, Risalelerin tahrifiyle alakalı çok açık ve inkârı mümkün olmayan bir belgedir. O hocanın mensup olduğu cenah tarafından hazırlanan ve Bediüzzaman Hazretlerinin eski eserlerinden çıkartılacak / eklenecek kelime ve cümleleri ihtiva eden bu belge, korkunç bir “tahrifat” gerçeğini gözler önüne serdiği gibi, tahrifatçı çevrelerin de nasıl bir kafa ve zihniyet yapısına sahip olduklarını ele verir niteliktedir. Elime bu belgeyi yerleştiren şahıs, bana mealen şunları söyledi:
“(İsmimle hitap ederek) Kardeş, bu liste Üstad’ın eserlerinde yapılacak değişiklikleri ihtiva ediyor. Bu değişiklikleri Üstad’ın hayattaki talebeleri tensip etmişler. Biriler Kürtçülük yapıyor; Risale-i Nur’lara “Kürt” ve “Kürdistan kelimeleri ilâve ediyorlar. Bu münasebetle, Üstad’ın talebeleri ve varisleri ağabeyler, bu fitnenin önünü almak için Üstad’dan kalma eserleri(!) esas alarak gerekli düzeltmeleri yapmışlardır. Sana verdiğim bu kâğıtlarda bu düzeltmelerin listesi vardır. Okursun ve yanındaki kitapları bu listeye göre düzeltirsin. Mümkünse fotokopiyle çoğaltıp başkalarına da dağıtırsın!” (Aynı şahıs bana ikinci bir yazı daha vermişti; yazı, fotokopiyle çoğaltılmış bir mektuptu. Kenan Evren’in ihtilalı övülüyordu, ihtilal anayasasına ‘evet’ denilmesi telkin ediliyordu ve altında da ‘Üstad’ın Hizmetkârları’ yazılıydı.)
Evet; 12 Eylül askeri darbesi ve anayasası sonrasında elime tutuşturulan bu belge, o gün için çok fazla dikkatimi çekmemişti. Ancak gözümde çok büyüttüğüm o hoca efendinin eliyle verilmiş olması ve belgenin, Üstad’ın hayattaki talebelerine ve varislerine isnad edilmiş olmasını son derece anlamlı bulduğumdan ona ayrıcalıklı bir önem atfettim ve dolayısıyla bu güne kadar muhafaza ettim. Neşretmeyi hiç düşünmediğim bu belgeyi, son günlerde “Üstad’ın seyyidliği” üzerinden yürütülmeye çalışılan fitnekâr kampanyayı çok tehlikeli ve art niyetli bulduğuma binaen, hiç müdahale etmeden, değiştirmeden (tahrifat yapmadan) neşretmeye karar verdim. Neticesine, müsebbipler katlanmalıdır; zira “Essebebu kel-faill” (Sebep olan fail gibidir) diye bir düsturumuz var. Osmanlıca olarak hazırlanmış bu tahrifat belgesini Latinize ederek sizlere sunuyorum. Ufak tefek yorumlarım olsa da asıl ve esaslı yorumu siz okuyuculara bırakıyorum:
TAHRİFAT: 1
Osmanlıca belgenin çevirisi (Belge 2 sütun halinde olduğundan, “1. Sahife 1. Sütun”, “1. Sahife 2. Sütun şeklinde çevrilmiştir)
Çalışma yeni belgelerle devam edecek...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.