Millî Güvenlik Kurulu 2004’te “Gülen’i bitirme” programları düzenlerken, “Fethullahçı” sözü Kemalist çevrelerde nefretle, ama aynı zamanda korkuyla telaffuz ediliyordu: olağanüstü bir örgütlenme yeteneği gösteren esrarengiz bir hareket! O tarihte Gülen kendisi Amerika’da yerleşmişti. Ama “hareket”i buradaydı. Gülen’den sonra kim yetkilidir, nasıl örgütlenmişlerdir? Dolaşan kasette izleyicilerine bulundukları yerde İslâm için çalışmalarını söyleyen, kendilerini fazla belli etmemelerini öğütleyen bir Gülen var; kaç kişiler, nerelerdeler? Silâhlı Kuvvetler’den her ağustos ayında birileri uzaklaştırılır. Bunların “Fethullahçılar” olduğu söylenir.
2002’den beri AKP iktidarda. Gittikçe güçlenerek iktidarda. Bu durum, laikçi kesimin zihnindeki oranları değiştirmişe benziyor. Çünkü dershaneler konusundan başlayan şu şimdiki gerilim patlak verdi vereli, bu kesimden çeşitli bireyleri dershanelerin devamından yana tavır alır, demeç verirken gözlemliyoruz. Oysa bu dershaneler Gülen hareketinin başlıca “kadro devşirme” yeri olarak biliniyordu. Bu nedenle, Erdoğan ve AKP fobisinin, Gülen ve Cemaat fobisine baskın gelmeye başladığı kanısına varıyorum.
Tabii bu kesimin bu tavrını, durup dururken Fethullah Gülen’e ve hareketine karşı bir sempati duymaya başladıklarına yormuyorum. Taktik bir tavır olmalı. Şu durumda daha güçlü görünen AKP’yi bitirmek için ne gerekiyorsa yapalım, kiminle ittifak kurulacaksa kuralım, onun işini bitirdikten sonra geri kalanına arıca bakarız...
“Siyaset böyle bir şey” diyebilirsiniz. Olabilir, ama olmamalı. Siyasetin “ilkesiz” olmasına hoşgörüyle baktıkça, daha büyük ilkesizliklere, daha ahlâkdışı Makyavelizmlere fırsat hazırlamış oluruz.
Bunlar bir yana, bir de bunlara yol açmış olan konunun kendisi, yani “dershane” olgusu var. Ne oluyor orada?
Bu dershaneleri ben başından beri Türkiye Cumhuriyeti’nin eğitim ve öğretim sistemi olarak ortaya koyduğu sefaletin göstergelerinden biri olarak gördüm. Dünyanın hiçbir yerinde orta öğretim düzeyinden diploma almış herkes otomatikman yüksek öğretime geçmez, orada devam etmez. Ama bizdeki yığılmaların benzeri de az bulunur.
O zaman görece paralı kesimlerin çocuklarını yüksek öğretime devam ettirmelerinin bir çaresi, aracı olarak bu dershaneler peyda oldu. Para kazanmanın yanısıra ideolojik motivasyonla da dershane açmak, işletmek iyice yaygınlaştı.
Böyle olunca, dershane sistemi, yani son kertede “test yöntemi” bütün eğitim sisteminin yerine geçmeye başladı. Eğitim sisteminin içinde çalışanlar bile bu “test yöntemi”nin etkisi altına girdiler. Bu durum önce bir düalizm, bir “ikileşme” yarattı diyebiliriz. Bir yanda sınıfıyla, öğretmeniyle bildiğimiz okul var, öğretim var (ve tabii bütün geleneksel zaaflarıyla var): bir yanda da dershane, “test” vb. Yavaş yavaş, birincisi anlamını kaybetmeye başladı. O, formel bir zorunluluk. “Lise” denen bir yerden bir diploma alacaksın ki, “test”e girme hakkını elde edesin. Ama “test”te ne yapacağını, nasıl edeceğini sana “dershane” öğretecek.
Sonunda “bilgi”, mantığa dönüştü. “Beş şıktan dördünü nasıl elerim?”
İnsan zekâsı her sistem içinde başarılı olur, başarısız olur. Öyle de yapsan, böyle de yapsan, kendi içinde nesnelliği olan bir ölçü bulunur. Ama her yöntemin öne çıkardığı bir şey de bulunur. Bu yöntem, bilgi’ye öncelik tanıyan bir sistem değil.
Dolayısıyla, ilkeselliğin soyut düzeyinde, dershaneleri onsuz edilmez kurumlar olarak görmüyorum. Ama yukarıda söyledim. Bunlar, varolan sistemin zaaflarının sonucu olarak ortaya çıktılar; şu anda sayılarına, kazançlarına vb. bakıldığında, birtakım somut ihtiyaçlara cevap verdiler. Şimdi, o zaafları ortadan kaldırdınız mı, kaldıracak mısınız da, dershaneleri kapatıyorsunuz? O ihtiyaçlar artık geçerli değil mi? Geçerliyse, neyle karşılık verilecek?
Yoksa sorun “eğitim-öğretim tornasının manivelasını biz elimize geçirelim” anlayışı kadar basit, yalın bir şey mi? Çok iyi bildiğimiz, oldum olası alışık olduğumuz, mahut mekanizma mı?
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.