Türkiye nüfusunun önemli bir bölümü bence artık realitelerden iyice koptu, derin bir ulusal huşu içinde yaşıyoruz, yas bitmiyor, acılar tükenmiyor, nereye baksan sıra sıra tabutlar, ağıt yakan kadınlar var.
Bu tablo içerisinde Türkler bana biraz daha makul görünüyor.
Kürtler ise suskunluk, endişe ve psikolojik harp arasında bir araftalar.
Düz ovada siyaset yapmak onları bunaltıyor artık.
Onlar da kendilerini dağlara vuruyorlar, ellerindeki muazzam siyasi imkânlara değil, dağdakilerin ellerinde tuttuğu silaha ve psikolojik harbe güveniyorlar.
Bir yanda devlet, bir yanda PKK.
İlki yavaş yavaş hakikate yaklaşırken, diğeri yani PKK geleceğini psikolojik harbe bağlamış görünüyor.
Devletin geçmişte yürüttüğü psikolojik harp metotlarından uzaklaşıp, gerçeğe dönmesi kolay olmadı.
Türkiye neredeyse 2000’li yıllara kadar, sanki sanal bir mücadelenin içindeymiş gibi, sanki 20 yıl ülkenin belli bir bölgesinde adeta iç savaşı andıran bir çatışma yokmuş gibi gösterildi.
Oysa o tarihe kadar çatışma sadece dağlarda değil, şehirlerde de sürmüş, sivillere karşı binlerce faili meçhul cinayet işlenmiş, köyler boşaltılmış, Türkiye’nin tarihindeki en büyük iç göç hareketi meydana gelmiş ve resmî açıklamalara göre 28 bini PKK’li olmak üzere 35 bin insan hayatını kaybetmişti.
Bu iç çatışma manzarası, “düşük yoğunluklu savaş olarak” tanımlandı.
Nihayet 1999 yılında Öcalan yakalanıp Türkiye’ye getirildiğinde, artık ortada üstü örtülecek bir şey kalmamıştı.
PKK liderinin, mahkemeye sunduğu ve gerek yazılı, gerekse sözlü olarak yaptığı savunmalar aslında bütün gerçeği tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyordu.
Öcalan artık İmralı’daydı, ama aynı yıl yapılan yerel seçimlerde HADEP büyük bir başarı sağlamış ve aralarında Diyarbakır’ın da olduğu beş büyük şehrin belediye başkanlığını kazanmıştı.
1999 Türklerin ve Kürtlerin, Kürt sorununda gerçeklerle yüzleşmeye başladığı yıl olarak görülebilir.
Türkiye bu yıl itibariyle mücadele ettiği bu örgütün artık siyasallaşmış bir örgüt, dağdaki birkaç militandan ibaret bir örgüt olmadığını anlamıştı.
Ama PKK de savaşın miadının dolduğunu bizzat Öcalan’ın ifadeleri ve açıklamalarıyla kabul etmiş görünüyordu. Mücadele artık silahsız ve hak temelli bir mücadele olarak sürebilirdi.
Bu tarihe gelinceye kadar, siyaset kurumu, alanı tamamen askerlere terk etmiş ve siyasetin gerçeği halktan gizleyen psikolojik harp metotlarının gönüllü savunucusu olmaktan başka bir işlevi kalmamıştı.
Sivil-asker ilişkileri o yıllardan başlayarak, son on yılda büyük bir değişim geçirdi.
Türkiye kendi Kürt sorununda ve bu sorunun bir parçası hâline gelen, iç içe geçen PKK’yle mücadele stratejisinde artık psikolojik harbi esas alan bir yerde durmuyor.
Tabular bir bir yıkıldı ve bu ülke Oslo gibi bir süreci yaşadı.
İzlenen politika geçmişte PKK’yi askerî ve siyasi manada yok edeceğine inananların hayata geçirdiği politikalardı, ama sonuç vermedi.
Şimdi artık PKK’yi yok etmekten bahseden kimse kalmadı. Ya da böyle birileri kaldıysa da, onlar süreci belirleyen bir konumda değiller artık.
Devlet bir yandan PKK’yle mücadele ederken bir yandan da demokratik reformların devam etmesini yeni bir anayasa yapılmasını ve siyasi partilerin bu konuda uzlaşmasını istiyor.
Hükümet Kürt sorununda hakikatleri gizleyen bir konumdan, bu hakikatleri milliyetçi hezeyanlara kapılmadan, etnik hınç ve öfke barındıracak söylemlerden önemli oranda kaçınarak kamuoyuyla paylaşmayı benimseyen bir konuma geçti.
O kadar ki, Antep’te aralarında dört de çocuğun bulunduğu ve dokuz kişinin hayatını kaybettiği saldırıdan sonra bile, Başbakan Erdoğan, kapılarını çözüm için çalacak herkese açık tuttuklarını ifade etti. Geçmişte yaşanan saldırılar karşısında da tutumu farklı değildi. Şehit cenazelerinin kaldırıldığı günlerde dahi, PKK’nin silahı bırakması hâlinde her şeyi konuşabileceklerini açıklamıştı.
Dolayısıyla, ortalığı kızıştırmak için ortaya atılan ve özellikle BDP çevrelerinin dillendirdiği “bu hükümet Sri-Lanka modelini esas aldı, dağdaki Kürt gençlerini imha edecek” yollu propagandanın kısa sürede, PKK’nin yürüttüğü “psikolojik harpten” başka bir şey olmadığı ortaya çıktı.
PKK, Şemdinli baskınlarından sonra “psikolojik harbe” dört elle sarılmış bulunuyor.
Devleti de psikolojik harp günlerine geri dönmeye zorluyor.
PKK’nin psikolojik harbini siyaset alanına ve kamuoyuna da, maalesef BDP’li liderler ve şiddet meselesine, bugün artık hiçbir geçerliliği kalmamış, mağduriyet teorileriyle yaklaşan ve PKK’nin devrimci savaş stratejisine başından beri tolerans gösterenler taşıyor.
Peki, bu manzara içinde BDP’nin dağdakilerle buluşmasını nasıl yorumlamak gerekir?
Perşembeye devam edelim.
Orda bir kamp var uzakta, gitmesek de görmesek de o kamp bizim kampımızdır ve adı Maxmur’dur!
CHP, ziyaret etmek isteyip giremediği Hatay’daki kampı ziyaret edecek olan Meclis-İHK’na üye vermeyecek.
Gerekçe de, CHP’nin kampta saklandığına inandığı birtakım silahların ve delillerin ortadan kaldırılması!
Ne diyelim, sağlık olsun! Ama ben CHP’lilere yine bu ülkenin en yakıcı sorunu olan Kürt sorunu nedeniyle oluşmuş bir kampı ziyaret etmelerini öneriyorum. İnanın bu daha faydalı olur hatta artık yazılması yılan hikâyesine dönen Kürt Raporu’na da katkı sağlar. Apaydın kampı bugün var, yarın olmayacak. Ama Maxmur yirmi yıldır var. Kampta yaşayanların tümü bu ülkenin vatandaşı. Vize yok, kampa girmek, geceyi orada geçirmek serbest. Diyarbakır CHP il başkanlığına seçilen değerli politikacı ve sevgili dostum Haşim Özkoyuncu’ya program hazırlaması için bir telefon yeterli.
Hadi CHP, vur kendini Maxmur’a ve Kürt sorunuyla yüzleş!
Not: “Kürt aydınlarının trajedisi” yazılarının üçüncüsü ve sonuncusu cumartesiye kaldı, merak edenlere duyurulur.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.