Ortalık kan revan.
Bu ülkenin halklarını ve aydınlarını zor günler bekliyor.
Türkiye, Kürt sorununda, demokratik mecradan giderek uzaklaşıyor.
Bu köşede zaman zaman farklı iki ulusal psikolojiden bahsettiğimde, kimileri belki “ulusallığa” bu kadar kafa yormama kızıyor ve yadırgıyorlardı.
Oysa bazı yorumcuların, duygusal kopuş olarak adlandırdığı şey, şiddet ortamından beslenen ve özünde ulusal psikolojilerin tetiklediği siyasi kopuştan başka bir şey değildi.
Hükümet demokratik zeminden uzaklaştıkça, “güvenlik algısını” öne çıkarıp, bu algıya iyi gelecek “güvenlik önlemleri” üzerinden sonuç almaya çalıştıkça; PKK ve bir bütün olarak Kürt toplumu kendi şiddetinin yarattığı sonuçlarla yüzleşmedikçe, geçmişten bugüne bu şiddet politikalarını sorgulamayıp, muhtemel bir diyalog ve müzakere masasında silahın hâlâ bir imkân, bir koz olacağına inanmaya devam ettikçe, bu kısır döngüden çıkılamaz.
Ulusal saflar şimdi daha belirgin ve bu yüzden de daha endişe verici ve bir o kadar da daha korkutucu.
Ayrışma derinleşiyor, yan yana ve iç içe yaşayan iki toplumun, endişeleri, korkuları, giderek büyüyor.
Siyaset ise bildiğini okumaya devam ediyor. Güç ispatı üstüne inşa edilmiş siyasi pozisyonlar, farklı iki “ulusal psikolojiyi” her geçen gün biraz daha tahkim etmekten başka bir şeye yaramıyor.
Bir yanda güvenlik stratejileri bir yanda devrimci halk savaşı stratejisi..
Böyle bir dönemde, aydınların alacağı tutum elbette çok önemlidir. Ne kadar zor olduğunu bilmez değilim, ama bu yanlış zamanlarda, “ulusal saflar arasında” ve o safların belirlediği ve etkilediği yerde durmaya çalışmanın derde deva bir yanı yok..
Kürt olalım Türk olalım, bu ülkenin aydınları olarak, söyleyeceğimiz her sözün bütün Türkiye’ye söylenmiş güçlü bir söz olması ve kamuoyu vicdanında yankı yaratması arzu edilir.
Bu saatten sonra, sözün kıymetli olması buradan geçiyor bence. Ulusal psikolojilere hükmedenlerin, onu yönetenlerin, “kendi aydınına yönelik kudreti ve cezbedici daveti o kadar güçlü ve o kadar kuşatıcı ki, bir “mahalleyi” sonuna kadar memnun edip, “öbür mahalleleri” yok sayacak sözü söylemekten daha kolay bir şey yok.
Birinin çıkıp beni devletin makbul Kürdü veya asi Kürdü olarak tanımlamasının haksızlık olduğunu düşünüyorum. Kimsenin beni ve başka Kürt aydınlarını bu genelleştirici ve toptancı kategorilere sokmasını istemem. Siyasi alanda fikirleriyle var olmaya çalışan bir Kürt aydını olarak, Kürtlerin bağımsızlık dâhil, her şeye hakları olduğunu düşünüyorum. Bu hakkı kimseyle tartışmam bile. Ama bağımsızlık dâhil, herhangi bir statünün elde edilmesi için, izlenecek yol ve yöntem konusunda, en önemlisi de şiddet sorununda kafam artık “geçmişe” ve elli bin insanın hayatına mal olan “geçmiş tecrübelerin” tekrar edilmesine dayanacak olan birtakım stratejilere hiçbir şekilde uymuyor.
Siyasi olarak hemen hiçbir kişisel problem yaşamadığım Kürt siyasi hareketinde, bu geçmişe uyuyor gibi davranmayı da, ahlaki bulmadım ve beş yıl önce hadi bana eyvallah dedim.
Siyasi hikâyemin içinde geçtiği o mahalleyi ve o ulusal safları beş yıl önce terk ettim.
Kimse beni buna zorlamadı.
Kürt mahallesinde geçen hayat hikâyem, “hiçbir torpile” ihtiyaç duymadan o mahallede ve ölünceye kadar kalmama elverecek ölçüde güçlü sayılırdı oysa.. Kalsaydım, büyük bir olasılıkla, kişisel olarak elde edemeyeceğim bir “statü” de olmazdı. O mahallede işe yarayan biri olurdum muhtemelen. Sonra beş yıl önce kişisel bir tercih yaptım ve sadece Kürtlere değil, Türkiye’ye söyleyecek sözü olan biri olmayı istedim. Tek “günahım” bu. Diyarbakır’da alkışlara sebep olacak, ve “bütün ayıplarımı ve yeteneksizliklerimi gizleyecek” laflar etmeyi, ve artık on beşi birden ölümü göze alan Kürt kadınlarının cesareti üstüne siyaset yapmayı Türklerin ve Kürtlerin anlayabilecekleri sözler söylemeye tercih ettim.
Halkın gözü biz aydınların üstünde bugün. Siyaseti ve gidişatı etkileyebilecek yeni şeyler duymak istiyor halk. Tam da böyle bir dönemde, Kürt aydınlarının “Kürt mahallesi” kriterleriyle, Türk aydınlarının da “Türk mahallesi” kriterleriyle değerlendirilmemesi gerekir. Her aydını kendi mahallesine hapsedersek, geriye, ufukta yeniden beliren bir savaşı farklı saflarda durarak ve ikinci kez kaybetmeyi göze almaktan başka çare kalmaz. Ben bu kadersizliği aşmamız gerekir diyorum. Böyle düşünmenin bedeli ağır oldu. Bu konuya girmeyeceğim. Ama şunu da çok iyi bilirim ki, bütün Türkiye’ye iyi gelecek bir söz, bu ülkenin Kürtlerinin de önünü açar, onlara da iyi gelir. Türk’ün Kürdün farklı kaderler yaşamayı tercih etmeleri için hâlâ güçlü bir sebep görmüyorum. Yaşadıkları ülkelerin halklarıyla ortak bir gelecek kurma düşüncesinin, büyük Kürdistan projesine nazaran, daha gerçekçi bir yol olduğunu düşünüyorum.
Bu uzun girişten sonra asıl konuya geleyim şimdi.
“Ulusal saflardan” firar etmeyi göze almış aydınlarımız Kürdüyle Türk’üyle, çok acı çekti, hâlâ çekiyor. Ama başa gelebilecek en kötü şey, herhalde bu aydınlarımızın dahi birbirini itibarsızlaştırmaya çalışması, birbirlerini önemsiz insanlar gibi görmeye başlamasıdır..
Kendi payıma Kürt meselesinde barışa ve çözüme hizmet eden yazılar yazmış, Kürtlerin hakkını en zor zamanlarda teslim etmiş, kendi halkına dönüp, “size yalan söylediler, bu ülkede Kürtler ve başka halklar da var, onların da bir dili, kültürü, kadim bir tarihi ve siyasi hakları var” diyen, Türk aydınlarına çok büyük bir saygı duyuyorum.
Ne yalan söyleyeyim, onları hissetmesem, güçlerinin farkına varmasam, kendi Kürt mahallemden firar etmeyi göze alamazdım.
Ama üzülerek görüyorum ki, içlerinden bazıları hayal kırıklığı yaratan yazılar yazıyorlar. Cengiz Çandar Kürt mahallesinin en sevileni, en itibarlısı olmakla övünür zaman zaman. Listesine giremeyen başkaları da listeyi iki kişiyle sınırlı tutmasına üzülür belki.
Ama bence önemli olan mahallelerin gözdesi olmak değildir. Mahalleler üstü aydın olmayı başarmaktır. Değerli dostum Cengiz Çandar, Çırağan Sarayı’nda gerçekleşen Newroz Resepsiyonu’na katıldı ve bir yazı yazdı. Üstünde durmaya ve yazı yazmaya değer. Konuya bu hafta boyunca devam etmeyi düşünüyorum.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.