Bu sabah (Cumartesi, 16 Mart), baktım, Halil Berktay’ın yazısında adım geçiyor, “Marksizm eleştirisi, devrim anlayışı” vb. bağlamında. İyi, tartışılması “gerekli”den öte, “zorunlu” konular; adımın geçmesi de “davetiye” gibi bir şey. Bu ilk yazıda katılmadığım birkaç şey olduğunu gördüm: Katıldığım şeyler de var. Bugün onlardan bir tema kaparak kendi işlemek istediğim temaya gireyim.
“Bu iş devrim olmadan olmayacak galiba...” Bu bir düşünce; somut koşulların da zamanında doğruladığı bir düşünce. “Kapitalist egemen sınıf, bir devrimle yıkılmadıkça, sosyalizme doğru adım atılmasına izin vermeyecek...”
Dün yazdığım yazının mantığı içinde, pratik durumun analizinden çıkarılan pratik sonuç. Ama bunu hemen alıp her durumdan çıkarsanması gereken “ezeli ilke” hâline getirenler olur, olmuştur, hâlen vardır. Hani, “Ben sosyalizme ‘sosyalizm’ demem, o ‘sosyalizm’ devrimle gelmemişse” sendromu. Bunun, ülkemizde epeyce bir temsilcisi var.
“Devrim”den genellikle anlaşılan da, “silâhlı” bir eylem, bir ayaklanma. Yani bir tür savaş.
Tarihten izlediğimiz kadarıyla, savaşın genellikle bir “kazanan”ı oluyor (her zaman değil tabii, “ortada kalmış” gibi görünen savaşlar da var). Bu durumda, “kazanan”, “kaybeden”e, “şöyle şöyle olacak” diye, deyim yerindeyse, dikte ediyor, kendi isteklerini. “Kaybeden”, adı üstünde, bunlara boyun eğmek durumda kalmış. Gene de, eğmeyebiliyor; o zaman savaş devam ediyor.
“Dikte” ediyorsak, istediğimiz her şeyi sıralarız: şu şöyle, bu böyle olacak...” Hepsini sıralamanın zamanı ve fırsatıdır.
Halil Berktay’ın anlattığı tipten bir “devrim” kavramı hepimizin zihninde yer tuttuğu için, bir siyasî mücadelenin “sonunu getirme” dediğimiz şeyi, bu çerçevede anlıyoruz. “X, Y, Z” için mücadele etmişsin, epey başarılı da olmuşsun, şimdi “X, Y, Z bundan böyle şöyle şöyle olacak” diye dikte ediyorsun.
Gelgelelim, bu dünyada böyle “kesin zafer”le bitmeyen bir yığın siyasî mücadele var. Öylelerinde “dikte” mantığı işlemez işlese, sürüncemede kalmazdı zaten. Bu mücadeleleri sonuca erdirmenin yolu, “dikte etmek” değil, “uzlaşmak”.
“Uzlaşmak” üzere masaya yollananların, her türlü taleplerini sepetlerine doldurarak gitmeleri, oldukça sık rastlanan bir durum. Çünkü zihinlerinde, bilinçdışında bir yerlerde, “devrimci” düşünce alışkanlığının türettiği “çözüm” kavramı hâlâ varlığını sürdürüyor.
Tabii, ağzına kadar dolu iki sepet masaya konunca, bütün bu talepleri uzlaştırmak da mümkün olmuyor.
“Masaya gitmek” noktasına varılması, iki tarafın da, kendi çözümler listesini dikte edebileceğini bir “bitiş” noktasına varılamamasının sonucu. Taraflar bunun farkında, ama “taraftarlar” hâlâ pek farkında değil (örneğin BDP’liler). Dolayısıyla, dikte etme mantığıyla uzlaşmaya gitmek gibi tuhaf, aykırı ve taşıtı çamura saplayacak tavırlar çıkabiliyor iki tarafta da.
Dünkü yazıda, bizim gibilerin elinde “yazı, çizi” dışında pek bir araç olmadığını söylemiştim. Öyle olmasına rağmen, konuyla ilgili bizim yaklaşımlarımız da bir hayli “maksimalist”.
İşte, şimdiki “bölücü” sorun: “Barış Süreci denen şeyin bedeli Başkanlık Sistemi mi (yani Tayyip Erdoğan’ın “hegemon”luğunu anayasal hâle getirmesi) olacak?
Siyasî olaylar idealize edilebilecek bir boşlukta değil, başka siyasî ve her türlü olayla biçimlenen bir konjonktür içinde ortaya çıkıyor. Bu konunun gidişatına (isterseniz “gelişat”ı deyin) bakılırsa, bu somut biçimi alacağa benziyor. Öyle olacaksa, “Kürt sorunu barışçı biçimde çözülsün, ama sistem değişmeden kalsın” demek de, bizim “maksimalist” tavrımız olacak.
Ben kendi hesabıma “barışçı çözüm”e öncelik veriyorum. Oraya varmanın ya da yaklaşmanın oluşturacağı ortamda demokrasi sorunu için mücadelenin de kolaylaşacağını düşünüyorum.
Ama, “tam barışa giderken ‘demokrasi’ diye kafa karıştırmayın” yalınkatlığına da sonuna kadar karşıyım.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.