(Risale-i Nurlarda tahrifat - 8/1)
Risale-i Nur Külliyatı üzerinde oynanan “tahrifat”çılığın deşifre edildiği seri yazımızın bu bölümünde, Üstad’ın vefatından sonra Nur Külliyatı’na sokulan ve Nur Cemaati içinde yoğun propagandası yapılan bir mevzuyu gündeme taşıyacağım. Bu mevzu; Şeyh Said’in, Said-i Nursî’ye gönderdiği iddia edilen mektubu ile Üstad’ın ona gönderdiği iddia edilen cevabî mektubu olacaktır.
Evet, uzun yıllardır bu mevzu hep gündemdedir; Said-i Nursî’nin anıldığı, anlatıldığı ve tartışıldığı her panel, her konferans ve her seminerde; onun hayat ve hatıratının konu edildiği her yazı, kitap ve belgesel çalışmalarında bu “mektuplaşma”dan bahsedilir ve halen de bahsedilmektedir. Ne yazık ki, bu anma ve anlatma faaliyetlerinin her birinde, Şeyh Said bir kez daha mahkûm edilmekte, suçlanmakta ve ipe çekilmektedir; günahına girilmekte; maddi-manevi hukukuna tecavüz edilmektedir. Üstelik bu tecavüzkârlığa, her seferinde Said-i Nursî Hazretleri alet edilmekte; onun diliyle Şeyh Said’e saldırılmaktadır...
Peki, gerçekten de Şeyh Said’den Said-i Nursî’ye bir “kıyama davet” mektubu vaki midir? Ve gerçekten Üstad’ın Şeyh Said’in hareketini yerici bir cevabı söz konusu mudur? İşte bu yazıda bunu tahlil edeceğim. Lehte-aleyhte söylenmiş, yazılmış yüzlerce yazı ve konuşmaları tekrarlayacak değiliz. Sadece ana kaynağa inerek, bunun gerçek mi, dedikodu mu olduğunu ortaya koyacağız. Çünkü mevzu Üstad’ı ve Risale-i Nur’u ilgilendirmektedir. Bunlar ise ümmetin ve insanlığın ortak malı olup birilerinin çiftliği değildir. O halde, her isteyen istediğini Bediüzzaman’a söyletmemeli; onun eserlerinde dilediğince tasarrufta bulunmamalı; onlara her istediği düşünceyi ekleyip çıkarmamalıdır.
Şimdi, ilk olarak, sözünü ettiğim “mektuplaşma”ya mesned yapılan iki yazıyı aktarıyorum. Bu iki yazıdan biri “Tarihçe-i Hayat”ın “İkinci Kısım: Barla Hayatı” başlığının hemen altında geçen şu paragraftır:
“Van’da mezkûr mağarada yaşamakta iken, Şark’ta ihtilâl ve isyan hareketleri oluyor. ‘Sizin nüfuzunuz kuvvetlidir’ diyerek yardım isteyen bir zatın mektubuna, ‘Türk milleti asırlardan beri İslâmiyet’e hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılıç çekilmez; siz de çekmeyiniz, teşebbüsünüzden vazgeçiniz Millet, irşad ve tenvir edilmelidir!’ diye cevap gönderir.” Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya yayınları, 2007, s. 237–238)
Mektuplaşmaya kaynak gösterilen ikinci yazı ise, yukarıdaki paragrafla aynı paraleldedir; ancak hedefe farklı cümlelerle varılmaktadır. İşte o paragrafın orijinali ve çevirisi:
“Şark isyanında Şeyh Said, onun (Said-i Nursî’nin) Şark’taki büyük nüfuzundan istifade için mücadeleye iştirâke davet ettiği zaman, cevaben: “Yaptığınız mücadele, kardeşi kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir. Çünkü Türk‑Kürt birdir, kardeştir. Türk milleti bin senedir İslâmiyet’e bayraktarlık etmiştir. Dini uğrunda milyonlarca şehid vermiştir. Binaenaleyh, kahraman ve fedakâr İslâm müdafilerinin torunlarına, yani Türk milletine kılınç çekilmez ve ben de çekmem” diye hem reddetmiş, hem de neticesiz bir mücadeleden vazgeçmesini işaret buyurmuştur.” (Mufassal Tarihçe-i Hayat, A. Badıllı, 1990, c. I, s. 533)
Birinci paragraf, bir-iki yayınevinin dışında, bütün Tarihçe-i Hayat’larda aynen geçmektedir. Söz konusu Tarihçe-i Hayat, komisyon tarafında hazırlanmış olup yazarları belli değildir. Osmanlıca aslıyla verilen ikinci paragraf ise, Selahaddin Çelebî’ye ait olup Abdülkadir Badıllı’nın hazırlamış olduğu 3 ciltlik Mufassal Tarihçe’nin Birinci Cildinde geçmektedir. Muhterem ağabeyimizin iddiasına göre, bu paragraf Üstad’ın tashihinden geçmiştir... Acaba öyle mi?
1- Üstad’ın tashih ettiği bir yazı neden Külliyat’ta yoktur; yani tashihle tasdik edilmiş bir mektup neden Külliyat’a dâhil edilmemişidir?
2- Badıllı Abi’nin, “Sav köyünden Ahmet Marangoz’un yazdığı Asa-yı Musa’nın sonuna ilave edilmiştir” dediği bir yazı, yani Selâhaddin Çelebî’nin söylediklerinin bu kitapla ne ilgisi olabilir? Şayet ilgiliyse ve Üstad’ın tensibinden(onayı) geçmiş ise, neden sonraki Asa-yı Musa baskılarına ilave edilmemiştir?
3- Tashih edilen kelimelere baktığımızda, Selâhaddîn Çelebî’nin kullandığı “kardeş” kelimesine Üstad bir “i” harfi; “uğrunda binlerle” ifadesine “uğrunda yüzbinlerle ve milyonlarla” ifadesi ve nihayet “binlerle” kelimesi yerine de “milyonlar” kelimesini ilâve etmiştir. Tashihat denilen şey, görüldüğü gibi, sayı abartısı üzerinden yapılan bir müdahaleden ibarettir. Böyle bir müdahalenin Üstad’a ait olup olmadığını tartışmaya açmalıyız. Zira Tarihçe-i Hayat’ta geçen aynı amaçlı paragrafta bu abartılı sayılar yoktur.
4- Gerek Üstad’ın dilinden ve gerekse yazıları neşredilen birinci saftaki talebelerinden hiç birinin mektup ve müdafaatında yukarıdaki ifadeyi destekleyen bir cümle mevcut değildir. Bu durum, söz konusu iddiaları şaibeli hale sokuyor. Dolayısıyla “Üstad’ın tashihinden geçmiştir” ifadesi pek inandırıcı gelmiyor. Zira Üstad’ın yazısını takliden bir başkasının kalem oynatması ihtimalden uzak değildir.
5- Yukarıdaki iddiayı değerlendirmede, en önemli kriter, bizzat Üstad’ın kendi müdafaalarıdır. Üstad hiç bir müdafaasında böyle bir mektuplaşmadan bahsetmezken, Selahaddin Çelebî’nin bu mektubunu ileri sürmek kafa karıştırmaktan başka hiç bir anlam taşımaz. Maalesef, bu kafa karışıklığında A. Kadir Badıllı ağabeyin de katkısı var; zira kendisi, bir taraftan bu güne kadar mektubun orijinaline ulaşamadığını hayıflanarak dillendiriyor, diğer taraftan “Bediüzzaman Hazretleri, Şeyh Said’e hakikat olarak mektup yazmıştır” diyerek tipik bir tutarsızlığa imza atıyor. (Bilindiği gibi Üstad’ın seyyidliği noktasında da hiç bir müşahhas delil ortaya koyamadığı halde, “Kanaatimiz, Hazret‑i Üstâd’ın nesebinin seyyid olduğu yönündedir” diyerek ayrı bir tutarsızlığa imza atıyor.)
Evet; iddialara bakılırsa, “Tarihçe-i Hayat” kitabı da Üstad’ın tashihinden geçmiştir. Eğer bu doğru ise, bu durumda, aynı mevzuya dair yazılmış iki paragrafın bu kadar farklılık göstermesini nasıl yorumlamalı? Hafızasıyla nam yapmış ve yüzlerce talebesinin yazdıkları risaleleri, nüsha karşılaştırmasına gerek duymadan tashih eden bir Üstad’ın, iki küçük paragraf arasındaki bu farklılıkları gözden kaçırması ya da kaale almaması mümkün müdür? Elbette değildir. O halde, bu farklılığın faili kimdir? Üstad mıdır, başkaları mıdır? Üstad olmadığı kesin, o halde ve kuşkusuz bu işin failleri tahrifatçılardır. Yani her iki paragraf da tahrifatçılara ait bir mizansendir. Zira Üstad’ın mantalitesi ve Külliyat’ın şehadeti, söz konusu paragraflarda anlatılanları reddetmekte; vakıayla ilgisini çürütmektedir.
Söz konusu paragrafların ustaca hazırlanmış bir mizansen olup realiteyle alakasının olmadığını anlatmaya çalışalım.
Risale-i Nur Külliyatı’nda, “mektuplaşma”dan bahseden bir tek cümlenin dahi olmaması, söz konusu iddiayı çürütmektedir. Sadece Eskişehir Müdafaası’da geçen bir-iki ifade, dikkat çekici olmakla beraber, “mektuplaşma”ya asla delâlet etmemekte ve hatta Şeyh Said Hareketini dahi tasrih etmemektedir. İşte o ifadelerden birincisi:
“Yeni Said öteki dünyaya çalışmak istiyor; sizinle (iktidar) beraber çalışamaz. Fakat size de ilişmez. Evet, ilişmedim ve ilişenlere de değil iştirak, değil temayül, belki teessüf ettim” Bu cümleden mektuplaşmaya delil aramanın abesliği kadar, ilişenlerden kastın –münhasıran– Şeyh Said olduğunu söylemek de bir o kadar abes ve anlamsızdır. Zira bu sözün sarf edildiği 1935’ten Cumhuriyet’in ilanına kadar geçen süre içinde birçok ayaklanmalar zuhur etmiştir; dolayısıyla Üstad’ın ‘ilişenlere de değil iştirak, değil temayül, belki teessüf ettim’ sözünde tasrihat olmadığı halde, bu ifadeyi Şeyh Said hadisesine hamletmenin ne anlamı var? Olsa olsa, buna kasıt ve art niyet denilir.
Mevzuyla ilgili diğer ifade:
“Şark Hadisesi münasebetiyle nefyedilmem, İddianamede, iştirakimi ihsas ettiği cihetle, cevap veriyorum ki: Hükümetin dosyalarında, benim künyem altında hiç bir meşruhat yoktur. Sırf ihtiyat yüzünden nefyedildiğim hükümetçe sabit olmuştur.” Bu cümlede kast edilen ‘Şark Hadise’sinin Şeyh Said Hadisesi olduğu kesindir. Zira Üstad, bu hadise sonrasında nefyedildiğini ifade ediyor. Ancak dikkat edilirse, hadiseye iştirak etmediğini söylerken, ‘mektuplaşma’ya asla değinmez. Mahkeme ortamında, yeri ve zamanı gelmişken, mektuplaşmaya değinebilirdi ve değinmeliydi. Ama hayır, yüzlerce mahkemenin hiçbirinde, üstelik kendisine her defasında ‘asayişi bozuyorsun’, ‘emniyeti ihlâl ediyorsun’ suçlamaları yapıldığı halde, asla ve asla –kendisini müdafaa makamında– Şeyh Said’in kendisine mektup gönderdiğini ve kendisinin de mukabil ve engelleyici bir mektupla cevap verdiğini söylememiştir. Bu hususta tek bir örnek vermiştir ki, o da 1913’te cereyan eden Bitlis Hadisesi’dir. Aslı ve çevirisiyle işte belgesi:
“Eski Harb‑i Umumi'den evvel, ben Van'da iken, bazı dindar ve müttakî zâtlar yanıma geldiler, dediler ki: ‘Bazı kumandanlarda dinsizlik oluyor. Gel bize iştirak et, biz bu reislere isyan edeceğiz!’ Ben de dedim: ‘O fenalıklar, o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onunla mesul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüz bin evliya var. Ben bu orduya kılınç çekemem ve size iştirak etmem. O zâtlar benden ayrıldılar, kılınç çektiler, neticesiz ‘Bitlis Hadise’si vücuda geldi. Az zaman sonra Harb‑i Umumi patladı. O ordu din namına iştirak etti, cihada girdi. O ordudan yüz bin şehitler evliya mertebesine çıkıp, beni o davamda tasdik edip kanlarıyla velâyet fermanlarını imzaladılar.”
Tahrifatçı çevrelerin Şeyh Said Hareketine dair uydurmuş oldukları mektuplaşma olayının ilham kaynağı, aslında bu Bitlis Hadisesi’ne dair söylenenler olsa gerek. Said-i Nursî’nin Şeyh Selim’in adamlarına 1913’te söylediği bu ifadeler, tahrifatçı ve Şeyh Said düşmanı çevrelerce bilinçli ve demagojik bir ustalıkla çarpıtılarak, 1925 kıyamına tatbik edilmiştir. İşin hakikatini bilmeyenler ya da teslimiyetçi bir ruh ve tahkiksiz bir anlayışa sahip olanlar ise, çarpıtmaları aynen ve doğru kabul ederek yıllardır propagandasını yapadurmaktalar. Kimin namına ve ne için? Zavallı safderûnlar...
Abdülkadir Badıllı ağabeyin Mufassal Tarihçe-i Hayat eserinin 1. cildinin 531’inci sayfasında geçen ve gerçekten de kafa karıştıracak şu ifadeleri de tahlil etmeden geçemeyeceğim:
Yüzbaşı Mehmet Kayalar, “Üstad’ın Şeyh Said’e yazdığı mektup, bilâhare Şeyh Said esir alındığında üzerinde bulunmuş ve Diyarbakır İstiklâl Mahkemesi dosyalarına konulmuştur. Mektup halen İstiklâl Mahkemesi dosyalarının içinde Şeyh Said’in dosyasında mevcuttur” iddiasındadır. Hâlbuki söz konusu dosya, “İlâm no: 69 ve D. 9/1 ila 9/6” numarasıyla mevcut olup, içeriğinde –tek kelimeyle dahi– ne mektuptan ne de Said-i Nursî’den bahsedilmemektedir. “Güya dini ve şer’i ve fakat her halde müstakil bir Kürdistan Hükümeti teşkil ve te'sis eylemek emel ve maksadı ile Hükümet-i Cumhuriyye aleyhine fiilen, müsellehan kıyam eyledikleri iddiasıyla maznununaleyhim olup mevkuf bulunan Hınıs kasabasında mukîm ve bilvasıta ticaretle müştagil 61 yaşında Palu’lu Şeyh Mehmed Said Nakşibendî bin Şeyh Mahmud...” şeklinde başlayan dosya, “bilcümle tekâya ve zevayânın serd ve bend ve ilgâsına vicahen ve müttefikan karar verildi” ifadesiyle son bulan uzunca bir mahkeme kararıdır. Dolayısıyla, Mehmet Kayalar’ın bu iddiası –kusura bakmasın– sadece bir iddia olup havada kalmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’in açık bir şekilde “Zandan sakınınız!” uyarısı ve “yoksa bilmeden zulme sapanlardan olursunuz!” uyarısı karşısında hala delilsiz, ispatsız bir mevzuda “şakk-ı şeffe” etmenin, ileri geri konuşmanın, “iftira” günahından öte hiç kimseye, hiç bir faydası olmaz. Bu konuda ciddi bir bilgi kirliliğinin ve karmaşasının olduğu gerçeği göz ardı edilmemelidir. Hatta bu bilgi kirliliği öyle bir safhaya ulaşmış ki, Nurcu olduklarını iddia ettikleri halde, Şeyh Said’i İngiliz aleti ve oyuncağı şeklinde takdim etmişlerdir. Ayrı bir mevzu açmamak adına şimdilik bunun detaylandırmayacağım. Sadece diyeceğim, suizan ve art niyet illetinden kurtulalım! Şeyh Said’i ve arkadaşlarını tekrar be tekrar idam etmeyelim! Üstad’ı şahsî his, düşünce ve ideolojilerimize alet etmeyelim! Onunla Şeyh Said’i vurmak, sadece Şeyh Said’i değil, Üstad’ı da mahkûm eder. Zira Şeyh Said’i seven akraba ve taallukatının dışında, yüzbinlerce mürid ve gönüldaşları var...
Hâsılı: Şeyh Said’le Üstad’ın mektuplaşması meselesi tamamen düzmedir, uydurmadır. Aslı olmuş olsaydı, otuz beş senesini Üstad’ın seyyidliğinin ispatına hasreden (!) Ahmed Akgündüz misillü cevval ve faal bir arşiv araştırmacısı ortaya çıkar, bu olayın belgesini ibraz ederdi ve böylece tahrifatçılar da emellerine ulaşırlardı. Halbuki sözü edilen mektup, ne Üstad’da, ne talebelerinde, ne şeyh Said’in akrabaların birinde ve ne de Şeyh Said’i asan devletin nezdinde mevcut değildir; olsaydı bir örneğine rastlardık. O halde, 88 yıldır iddia edilip ispatlanmayan bir mektup hadisesinin artık Risale-i Nur’dan ve Nur Talebelerinin gündeminden çıkartılması gerekir.
Nur talebeleri, Şeyh Said Hadisesi’ni değerlendirirken; bir içtihad hatası mı, bir tahrik mi, bir oyun mu, bir oldu bittiye getirtilme mi... Olduğunu iyi araştırmalıdırlar. Olayın bu boyutları üzerinde durmaları ve bu alanda yoğunlaşmaları elzemdir. Yoksa düz mantıkla hareket edip, Şeyh Said’i habire bir “isyancı” ve “iftirakçı”; Said-i Nursî’yi de “vatan, millet, sakaryacı” rolüne sokmalarının hiç bir anlamı ve faydası yoktur. Aksine, bu tür rolleri biçen tahrifatçı ve tahribatçıların zulümlerine şerik olmak tehlikesi söz konusudur; bu manevi tehlike göz ardı edilmemelidir.
Evet, her bilgi kirliliği fikir ve kafaları da kirletir; fikir ve kafa kirliliği kalpleri de sirayet eder, orayı da kirletir. Kalp kirliliği ise, maneviyatı kirletir ve köreltir; suizan ve suiniyetlere zemin hazırlar. Suizan ve suiniyetlerin dolaştığı bir toplumda ise hüsnüzan ve hüsnüniyetten bahsedilemez. Seçilmiş ve kutsanmış ırk teorileriyle hareket etmek, şeytan-ı aleyhilanenin güdümüne girmektir.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.