“Demokratik restorasyon” ihtiyacından söz edip duruyorum, bu kuşkusuz başlatılması da sürdürülmesi de zor bir süreç. Her açıdan tartışma konusu olması da son derece doğal. Diğer taraftan, işin bir de dış siyaset boyutu var; o alanda restorasyon ihtiyacı en az iç siyaset alanı kadar önemli ve neredeyse daha zor. Bir kere, AK Parti’nin, şimdiye kadar izlediği dış siyaset çizgisinin ülkeyi fazlasıyla zora soktuğunu, yani yanlışlarını görmesi, olgunlukla ikrar etmesi gerekiyor.
Türkiye’yi olmayacak maceralar içine sokan dış siyaset çizgisi, aslında AK Parti iktidarının üçüncü döneminde öne çıktı. Bu dönemde Türkiye dış siyaset açısından öylesine büyük bir savrulma yaşadı ki zararın ne kadarından ve nasıl dönülebilir, onun bile muhasebesini yapmak oldukça zor. Böylesi bir muhasebenin ilk koşulu, bu siyaset çizgisinin kalkış noktası olan zihniyeti sorgulamak. Zira, öyle bir noktaya geldik ki tarihten, dünyadan, bölgeden habersiz dar bir kesim, Türkiye’nin dış ilişkilerini akıl almaz bir zemine oturtmayı başardılar.
“Yüz yıllık parantezi kapatmak”, “Türkiye Anadolu sınırlarına hapsedilemez” zırvalıkları kof ideolojik klişelerden başka bir şey değilken, dış siyaset rehberi oldu. En kötüsü, bu türden söylemlerin bize dair ve özgün tahlil ve tespitlere dayanmak şöyle dursun, sadece İslam dünyası değil, tüm dünyada sağ-milliyetçi-irridentist kof söylemlerin tıpkısının aynısı olduğundan haberlerinin olmaması. Oysa böylesi kof laflar, her milletin zaman zaman sığındığı, kendini iyi hissetmek için kurguladığı kifayetsizlik alametleri, bunların üzerine dış politika inşa etmek felakete yelken açan bütün toplumların ortak özelliği oldu.
Kişilikli politika
Nihayetinde, dünyadaki ve bölgedeki değişimleri değerlendirmek ve kişilikli politika başka şey, İslamcı-Osmanlıcı olma iddialı bir sığ dünya görüşünden yola çıkıp koca memleketin başına bin bir bela sarmak başka şey. Üstelik bu işin mimarlarının, Osmanlı tarihi bildikleri de yok. Oysa sadece hayranı oldukları II. Abdülhamid dönemi dış siyasetini doğru dürüst bilseler bile daha makul bir noktada durabilirlerdi. Osmanlı’yı Battal Gazi hikâyeleri, dünyayı komplo teorileri, bölgeyi dar İslamcı propaganda seviyesinde kavrayan bir anlayışın felaketten başka gidecek yolu yoktu, netice de öyle oldu.
Şimdi, dış siyasette restorasyon, İsrail ile iki görüşme, üç ılımlı lafla toparlanacak şey değil. Restorasyon, yukarıda sözünü ettiğim zihniyetin ciddi sorgulanmasına bağlı. Olur mu, olursa nasıl olur sorularını cevaplamak güç; ama güç olsun geç olmasın, zira Türkiye’nin fazla zamanı yok. Yanlış üzerine yanlış yapan bir dış politikanın sonu, Suriye’de güvenlikli bölge inisiyatifinin PYD’nin üzerine düşmesi, bir de iş bu noktaya gelince feryat figan etmek oldu. Hiç kuşkunuz olmasın, tüm bu olanların “üst akıl”la değil, “üst akılsızlık”la alakası var, o nedenle iktidar yanlısı gazeteler, o saçma başlıkları atıp kendilerini daha fazla rezil etmeseler iyi olacak. Türkiye’nin içerde de, dışarda da başına gelenlerin sorumlusu “düşmanlar”a atfedilen “üst akıl” değil, iktidar politikalarının içine düştüğü “üst akılsızlık”.
Asıl tasfiye
Muhalefet çevrelerinin, “hiç bu işlere karışmasaydık” anlayışının faydasızlığından sıyrılıp, dış siyasette restorasyon üzerine kafa yorması çok önemli. Bazılarının aklına yatan, Erdoğan’ı Lahey’de yargılatma ve bu yolla tasfiye etme hevesi iş değil, asıl iş özellikle son dört yıldır dış siyasete yön veren zihniyeti tasfiye etmek, daha doğrusu bu yönde çaba sarf etmek, ülkeyi içine düştüğü durumdan kurtarmanın yolunu aramak. Erdoğan’ı bu zihniyetin sorumluluğundan ayrı tutuyor değilim, ama bence hâlâ bu zihniyetle yollarını ayıracak, bunun “olmazsa olmaz” olduğunu kavrayıp, gereğini yapabilecek yegâne isim o. Yine olur olmaz bilemiyorum, ama bu ülkede nihayetinde hep birlikte yaşayacağımızı, geleceğimizi kurtarmaya çalışmanın hepimizin işi olduğunu hatırlayıp “uçurumdan önceki son çıkış”ı aramakta fayda var.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.