Arkadaş! Gel, seninle bir yolculuğa çıkalım. Yolculuğumuz “umut”a olsun. Umut, bize ait, ama uzaklarda. Kayıplarda mı, yoksa bizden darılmış mıdır, bilemiyorum. Bildiğim, yaşadığıdır, ölmediğidir; bulmaya çalışalım! Bulmalıyız; zira onsuz, ne zamanımız zaman, ne de mekânımız mekân. Bak, zamanımız kasvete, mekânlarımız zindana büründü. O gitti gideli, kalbimiz kırık, kolumuz kırık, dizlerimiz dermansız kalmıştır. Onsuz, coğrafyamız viraneye, insanımız divanelere dönmüştür. Ocaklar sönmüş, nefesler kısılmış, hayat damarlarımız kesilmiştir. Ve böyle giderse, hayatın fışkırdığı mekânlar, baykuşların tüneği olacaktır.
O halde, ey arkadaş, gel! Yaşadığımız olumsuzlukları aşalım; içimizde ve çevremizdeki boğucu hadiselere karşı, bu hadislerin ruh ve beyinlerimizde estirdiği fırtınalara karşı; bu fırtınaların yüzümüze çarpıp savurduğu dalgalara karşı bir gemiye binelim; ya da bir dalgakırana iltica edelim. Ta, selamet sahilini bulalım; yaşadıklarımızın mahkûmu değil, hâkimi olalım. Olaylar bizi değil, biz onları kontrol edelim. İşte bak, o gemi ve dalgakıran “umud”un kendisidir. O, ne kayıp, ne de dargındır; hep yanımızda, hep içimizdedir. Görünmezliği, gafletimizdendir; olmadığından değil. Şimdi onunla donanalım; onu hayatımıza hayat, mücadelemize yoldaş edinelim.
Evet, arkadaşım! Umut, öyle bir ruh ve enerjidir ki, karanlıkları yarar, nüfuz ettiği sahalara hayat bahşeder; cansızları diriltir, miskin ve bitkin kişilikleri silker, kendine getirtir. Ondan olacak ki, mensubu olduğumuz dünya görüşü, “Umutsuzluk, imansızlıktır” der, uyarıda bulunur. Hani ya, bir mütefekkirimiz ölümle tehdit edildiğinde, “Ölüm, benim Newrozumdur!”1 ve “Mevtim(ölümüm), hayatımdan ziyade dine hizmet edecek!”2 demişti. Ve hani, bir bahtiyar mazlum, idam olunurken bedbaht zalimlere, "Ben idam olmuyorum, belki terhis ile saadete gidiyorum!”3 demişti. Çünkü onlar, ölümü, bir son olarak değil, bir başlangıç olarak görüyorlardı; ebedi bir hayatın başlangıcı...
Arkadaş, umut bir diriliştir; birçok ölü ve perakende toplumlar onunla dirilmişlerdir; tarih sahnesine çıkmışlardır. Dün ve bugünü okuyabilirsen, görebilirsin. Ve umudunu yitiren nice imparatorluklar, tarihe gömülmüşler; esameleri, bu günün cılız devletçikleridir. Bu, ilahî bir yasadır; “Nice azlıklar vardır ki, O’nun izniyle devasa çokluklara baskın gelirler”4 hükmü burada da geçerlidir. Said Nursî’nin, “Onları(ecnebileri) canlandıran emeldir(umuttur); bizi öldüren yeistir(umutsuzluktur)”5 tespitinim hatırlayalım; umutsuzluğun akıntısına değil, umudun baharına uyanalım. Bahar ve umut; ne demek?
Arkadaş, kışın şiddetli soğuğunu, fırtına ve tipisini düşün! Yeryüzü beyaza bürünmüş; beyaz örtünün üstünde boran ve tufanlar esmektedir. Kefenine bürünmüş sayısız canlılar, ölümün soğukluğunu yaşamaktadır. Toprağa düşen buz ve kırağılar, bünyesindeki tüm hareket ve hayatiyeti felç etmiştir. Terütaze otlar, ağaçlar kaskatı kesilmiş; adeta kemikleşmişlerdir. Ölüm üzerine ölüm; kapkara bir karamsarlık... Sonuç: Güzeller güzeli bir bahar, renk ve hayatın her türlü deseniyle bir yeryüzü; bir canlılar tablosu. Şiddetli kışın haşmetli baharı; zifiri karanlıkların apaydınlık neharı. Biri, ötekine gebe. Ve her gebelik, bir dirilişin muştusu. Bu bir derstir, umuda bir davettir. “Umudunu yitirme!” çağrısı...
Arkadaş, bir kez olsun, hiç düşündün mü her gün yediğin ekmeği? Elindeki lokmaya bak! Al ondan umudun dersini! O, bir zaman buğday taneleriydi. O taneler toprakta çürüdü; ilk ölümü yaşadı. Ama filizin hayatıyla dirildi. Sonra başağa durdu. Biçildi, harmanda dövüldü; yine öldü, öldürüldü. Yetmedi, değirmende öğütüldü, un-ufak edildi; bir kez daha öldü. Dahası, fırının yüksek ateşinde ısıtıldı, kızartıldı; ateşle imtihanı yaşadı; ölümlerden ölümü gördü. Ve nihayet, ekmek olarak midene indi; orada ölümün beterini yaşadı; zerratına kadar parçalandı, eriyip gözden kayboldu. Ölüm, ölüm, ölüm... Peki, öyle mi? Hayır. Çünkü o ekmek sende el-ayak, göz-kulak oldu; kalp ve kan, beyin ve dalak oldu; enerji ve kudret, irade ve muhabbet oldu ve hakeza...
İşte ey yoldaş, bak bu olanlara! Her bir aşaması, bir umut aşısıdır. Sana “Umudunu yitirme! Her çürüme bir üremedir; her eriyiş bir diriliştir. Her diriliş, daha mükemmele bir yükseliştir.” Ya, öyle değil mi? Yoksa “bitki” mesabesinden “insan” mertebesine yükselişe ne denilir, acaba?
Arkadaş! Bak, şu üzerindeki gök kubbeye! Ondaki ölüm ve dirim hadiseleri, yeryüzünü aratmayacak derecede harikuladedir. Günde binlerce yıldızın ölüp bir o kadarının dirildiği uçsuz-bucaksız bir sahadır; bir haşir ve neşir meydanıdır. Bu işi yapan zat, mülküne abesiyet karıştırmaz, israfa yer vermez. Devasa yıldızları, süpernovalarla öldürüp dirilten zat, bütün umutsuzlara mesaj veriyor; “Olayın dehşetine takılmayınız; uzayın kulaklarını sağır eden bu patlamalar, birer doğum sancısıdır; birer diriliş müjdesidir. Gözünü kaldır, ötesini gör; kulağını dört aç, sadece gürültüye takılma!” demektedir. Zira “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen, hayatından lezzet alır.”6
Yetmez, teneffüs ettiğin atmosfere, her gün binlerce irili-ufaklı göktaşları düşer. Düşen her bir taş, atmosferle temasa geçer; arkasında bıraktığı alev kütlesiyle birlikte toz ve küle dönüşür. Bu bir ölümdür; dağılma ve ufalanma halidir. Görünüşte şiddet ve heybet, dehşet ve vahşet... Ancak olay görüldüğü gibi değil, bu bakir ve mineral deposu tozlar, atmosferden zeminimize iner, rahmet, bereket ve hayata dönüşür. İşte umut; küllerinden dirilmedir; altın ve elmasa dönüşmedir. O halde, sadece “diriden ölü”ye takılıp kalma, “ölüden diri”yi de gör, azametten umut devşir; içini de, dışını da umudun ışıklarıyla yıka ve aydınlan!
Yoldaşım benim! Çağrım, bir kez daha bakmandır; evet, tekrar gözlerini yukarıya dik, çıplak gözle gördüğün bulutlara bak! Uzay boşluğundaki kapkara bulutlar... Küme küme buhar harmanları... Asık ve abus yüzleriyle, onlar da bakıyor. Biz onlara, onlar bizlere... Dişlerini gıcırdatıyor; gıcırtılardan şimşekler çakıyor, şerareler boşalıyor. Yetmez, kulakları sağır edercesine gümlüyor, gümbürdüyor; ateşten top mermileri savuruyor; yıldırımlar düşüyor. Gözlere dehşet, ruhlara karanlık, gönüllere karamsarlık saçan bir manzara... Peki, her şey görüldüğü gibi mi? Elbette hayır. Bütün o korku ve karanlıklar, o dehşet ve karamsarlıklar, “Hazırlanınız! Rahmet geliyor” müjdesini vermektedir. Asık ve ekşimsi surat, tebessüm ve göz kırpmaya dönüşüyor. Sağanak sağanak rahmet damlaları, şiddet ve karamsarlığa odaklanan gafil kafalar birer tokmak gibi iniyor.
İşte ey benimle umut yolculuğuna çıkmış arkadaşım! Gel, gözündeki gözlüğü değiştir! Siyah ve karanlıklı gözlüğü yere vur, kır! Uğursuz olan umutsuzluktan kurtul! Hadiselerin sadece çirkin ve korkunç yanına takılma; arka cephesini de gör; hikmet ve tefekkürle bakmayı, değerlendirmeyi öğren. Küfrün ve zulmün kıskacındaki İslam coğrafyasını, bir rahm-ı mader gibi telakki et! O rahim ki nice doğumlar görmüş, nice dirilişlere sahne olmuştur.
Evet; o rahim ki, Fir’av’nun kucağında Musa’yı, ihanet toplumunda İsa’yı, Cahiliye’de Muhammed Mustafa’yı yetiştirecek kıvamdadır. Onlar ki iman ve iradenin, umut ve direnişin sembolleridirler; öncüleridirler. Gayretin; onlara benzemek, onları rehber edinmek noktasında olsun. Zinhar, namertlerin gayyasına dalmayasın; din adına dinsizlik yapanları örnek almayasın. Zira piyasa allak-bullak; pulunu pırlanta, çulunu atlas, tükürüğünü teberrük diye pazarlayanlar var. İşte onları tanımalısın; taviz vermemelisin! Unutma, merkepliğe yatanların, semer vuranı çok olur. İnsan ol, Müslüman ol; ötesine ne hacet!
Arkadaş! Sen ki inançlı birisin. O halde kime yaslandığını bil! O Allah ki, yıldızları sapan taşları gibi rahat çeviren ve yürüten bir kudrettir. O ki, denizlerin derinliklerindeki bir böceğe de, göğün uç noktasındaki bir yıldıza da güç yettiren ve yöneten bir kudrettir. O ki, ondan, bir atom –küçüklüğüne güvenerek– saklanamazken, güneş de –büyüklüğüne güvenerek– kendisinden kaçamaz bir kudrettir. Ve o ki, senin şahdamarından daha yakınında durmakta olan bir Rahmanürrahim’dir. O halde, dayanak noktanı bul, bil ve ayıl. Başını indirme, içine gömülme. Ölmeden önce ölme; intihar etme!
Unutma, umutsuzluğa kapılmak, “Battı balık yan gider” felsefesine teslim olmaktır. Sana düşen, Ömer Hayyam gibi bedbinlik ve çakırkeyifliğe kapılmak değil, Muhammedü’l-Emin gibi, “Bir elime güneşi, diğer elime ayı da verseniz, bu davamdan vazgeçmeyeceğim”7 kararlılığını göstermektir. Bilmem, anlatabildim mi?
Arkadaşım benim! “Paslanmış bihemta bir elmas, daima mücella cama müreccahtır”8 sözünü iyi tefekkür etmeliyiz. Bu sözü söyleyen zat, “Evet, ümitvar olunuz! Şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada İslâm’ın sadası olacaktır”9 diyerek, o eşsiz elmasın ne olduğunu göstermiştir. Kapitalizm ve her türlüsüyle dünyanın cazibedarlığı, parlak, ancak değersiz camlardır. Sakın ha, camları sahiplenip elması atmayasın! Elmasına dört elle sarıl, yoksa mahvsın!
Zahiri yenilgilerini sorgulamalısın. Her türlüsüyle taassubu parçalamalısın; kavmî, mezhebî, meşrebî ve sairesiyle... Şiarın, “Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olamazsınız; iman etmedikçe de cennete giremezsiniz”10 hadisi olmalıdır. Zira “İmanın muhabbeti, İslâmiyet uhuvveti istilzam eder.”11 Gayende İttihad-ı İslam olmalı; zira “Farzda riya yoktur; bu zamanın en büyük farizası, ittihaddır.”12 Muhabbet ve adavette ölçümüz, “Şark husumeti İslam’ın inkişafını boğuyordu, zail oldu ve olmalı. Garp husumeti, İslam’ın ittihadına, uhuvvetine, inkişafına en müessir sebeptir, baki kalmalı!”13 düsturu olmalıdır.
Muhabbetimizin kıblesi doğru, umudumuz kavi olsun! Vesselam...
1 İçtimaî Dersler, s. 126
2 Mektubat, s. 581
3 Şualar, s. 242
4 Bakara Suresi, 249
5 İçtimaî Dersler, s. 197
6 İçtimaî Dersler, s. 218
7 İbn Hacer, el-Matalibu’l-Hasene, h. no: 4227
8 Mektubat, s. 636
9 İçtimaî Reçeteler, 264
10 Müslim, İman, 93-94; Tirmizî, Et'ime, 45
11 İçtimaî Reçeteler, s. 238
12 İçtimaî Reçeteler, s. 545
13 İçtimaî Reçeteler, s. 264
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.