Kalıcı barışa ulaşmanın ne uzun ve hadiseli yol olduğunu her gün biraz daha öğreniyoruz.
Doğrudur, her şeyin yapması, bozmasından zordur. Çelişkilerin içerden dışardan aralıksız kurcalandığı, inançları düşmanlığa, farklılıkları nefrete dönüştürme ustalarının fing attığı coğrafyamızda barışı yapmak zordur.
“Zor”un envanterini çıkarmak bile zordur. O zaman kolaylaştıracak bir yol bulmak gerek.
Mesela sürecin tam da burasında ulaşmış olduğumuz konağa bakabiliriz. Yolun kabasını mı almışız yoksa arpa boylarında mıyız?
Böyle tarihsel bir dönemece gelindiğinde en önce şunu sormakta yarar var: Düşünme sınırlarımız, hayal gücümüz ne ölçüde genişlemiş. Eskiden aklımızın ucundan geçiremediğimiz gelişmeleri kavrayacak, muamma gibi duran sorunları, kısırdöngüleri geride bırakacak ferah bir dil kurabiliyor muyuz?
Ben bu soruya gönül rahatlığıyla evet demek istiyorum. Elbette ki en güzel günlerimizi yaşamakta değiliz. Karşımızda yalnız savaş meraklıları ve çıkarcıları değil, barış umudunu rehin tutup iktidar talep edenler var. En başta yoksulların, sonra da bütün sınıf ve katmanların soluğunu kesebilecek bir ekonomik çöküntü tehlikesi var. İnsafsızca kıyılmış doğanın, yolu kesilmiş suların, kele çevrilmiş orman alanlarının hepimize ödeteceği bir bedel var.
Canına kastedilen gencecik evlatlarımız, kardeşlerimiz var.
Peki bütün bu “var”ların içinden bir “evet” çıkarmak nasıl bir şey?
Belki şöyle bir şey! Uzunca bir zamandır maruz kaldığımız bu “çılgın proje”yi işaret edip durmakla işin içinden çıkamayız. Kötünün başımıza ördüğü çorapları söküp atmak bize düşüyor ve bu mümkün.
Tam da “Biz” deyince, bunca olumsuzluğu tersine çevirebilecek yeni bir dilin, yeni bir yaşamın anahtarı görünüyor.
Karışık, çözümsüz, muğlak olan, basit, aşikâr oluyor. Somut olana, gözümüzün defalarca gördüklerine, hayatın değişe değişe bize sunduklarına bakalım: Bunca dinin, inancın iç içe yaşadığı bir ülkeyi, tek bir inancın, bir dinin, bir mezhebin kurallarına göre yönetmek mümkün müdür? Ya da bu inançlardan en küçüğünü bile görmezden gelerek huzur bulunabilir mi? Cevap hayır ise, laiklik bir öfke sloganı olmaktan çıkıp eşit ve ortak yaşam anahtarı olmalı demektir.
Bunca farklı dilin konuşulduğu bir coğrafyada, devletin dil yasakları, dil engelleri koyma hakkı var mıdır? Devletin anayasal görevi, eksiksiz bütün kültürleri kucaklamak, gelişimine katkıda bulunmak değil midir? Eğitimin nefes alması için, özgürlükten daha uygun bir iklim bulunabilir mi? Peki özgürlüğümüzün sınırları bütün yeryüzü bahçesini de bereketlendirmeyecekse pek fukara ve naçar kalmaz mıyız
Merkezi, bürokratik, hantal bir devlet yapılanmasıyla, eşitsiz gelişmiş bu kadar geniş bir coğrafyanın dertlerine çare bulunamaz. Toplumsal dinamizmi, bölgelerin kendi sorunlarını çözebilme inisiyatifini destekleyen, yerel yönetimlerin önünü açan, buyurgan değil koordine eden şeffaf bir devlet hangi demokratik cumhuriyetin imanına halel getirebilir ki?
Cumhuriyetin özde ya da sözde yurttaşları olmaz, eşit yurttaşları olur. Onu demokratik kılan da budur.
Çiğnenmekten tanınmaz hale gelmiş hukuku insanlık ayarlarına geri döndürmek için tehlikelere değil, çarelere ve umuda yönelmek gerekir.
Vardığımız konak neresidir diye sorduğum bu yazıyı Cumhuriyet gazetesine yazıyorum.
Belki de yolun kabasını almak böyle bir şeydir.(Cumhuriyet)
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.