Yıllar önce Ankara’da “Atatürkçülük” üstüne bir panele çağrılmıştım. “Soru-cevap” kısmında yaşlı bir emekli subay söz aldı, “Ana rahmindeki bebeğin beynine Atatürkçülüğü yerleştirmeliyiz” dedi.
Niye böyle bir zorunluluğumuz var?
İkincisi, bu iyi bir şey mi?
Zaten yıllardır yapılıyor, sonuçları da ortada.
Uluslar, “ulusal kahraman” isterler. Bu dünyada Türkiye Cumhuriyeti diye bir ülke varsa, onun Mustafa Kemal Atatürk’ü en başta gelen “ulusal kahraman”ı olarak benimsemesi son derece doğaldır. Ama bizim bu ülkede yıllardır yaptığımız, böyle bir çerçeveyi aşıyor. Çeşitli durumlarda, “putlaştırma” gibi kelimelerle anlatılan şeyi yapıyoruz. Bizim yaptığımızı başka bir ülkede yaptıkları zaman, bunun tuhaflığını ya da komikliğini görüyoruz. Örneğin Kuzey Kore’de “Başkan” ölünce, akasından sahneye çıkan herkesin ağlaması gerekiyor. Ağlamayan tasfiye oluyor. Biz de bunu haber yapıyor, gülüyoruz.
Ya da Berlin Duvarı’ndan sonra o acayip “sosyalizm”den kurtulan toplumlar eğitim sistemlerinden Marksizm’i çıkardılar diye biz burada seviniyoruz. Ama şimdilerde “Atatürk ilke ve inkılâpları” dersi üzerine kriz geçirenler de var.
Yani, sonuçta “Burası Türkiye” ideolojisine geliyoruz. “Burada böyle”!
“Ulusal kahraman”ı “ulusal put” hâline getirmenin bütün yapaylıklarını, zorlamalarını, bunun genel dünya görüşü üzerindeki yıkıcı etkilerini yıllardır yaşıyoruz. Niçin?
Çünkü Türkiye belirli koşullarda bir “ulus-devlet” oldu ve bu koşullar Ordu’yu toplumun birinci siyasî belirleyicisi hâline getirdi. Ordu da, toplumdaki bu rolünü, Atatürk’ün her türlü mirasının tek koruyucusu olmak gibi bir işlevle açıkladı ve haklı gösterdi. Böyle bir siyasî sisteme razı olanlar, Atatürk’ün de bu şekilde putlaştırılmasından tedirgin olmadılar, tersine, bunun bir tür “güvence” olduğu düşündüler.
Bir kere, böyle bir rejimin kendisi yanlıştı, kötüydü. Kuruluş koşulları öyle olabilir ve geçmişte olup biteni başa alıp bir daha yaşayamazsınız. Ama öyle olmuş diye onu ilelebet öyle devam ettirmek zorunda değilsiniz.
Bir “ayrıcalık” sahibi olan, bunu kaybetmek istemez. Nitekim Türk Silâhlı Kuvvetleri de, hele 12 Eylül darbesinin kendisine sağladığı “hâkim-i mutlak” konumu kaybetmek istemedi ve bunun için ciddi bir mücadele verdi. Yok “ayışığı”, yok “sarıkız”, bu mücadelenin büründüğü somut biçimler. Şimdilik, Türkiye bu “vesayet” sisteminden çıkmış gibi görünüyor. Umarız gerçekten de öyledir, o yapılanma artık geçmişte kalmıştır.
Ancak, Silahlı Kuvvetler’in bundan böyle darbe yapmayacak ya da yapamayacak olması bir şey; bu rejimin bunca yıldır bu şekilde hüküm sürmüş olmasının bugün de devam eden etkileri başka bir şey. O rejimin yeniden üretilmesi için öyle bir putlaştırma olgusu çevresinde oluşturulmuş bir ideoloji gerekiyordu. Her şey onun adına yapıldığı ya da onunla haklı gösterildiği için, toplumun “normal” bir toplum hâline gelmesi de “ulusal put”un “ulusal kahraman” olarak normalleşmesine bağlı.
Ama böyle bir “normalleştirme” olacaksa, onun kendisinin de “normal” olması gerekiyor. Serinkanlılık, nesnellik içinde olacak bir şey bu. Öfkeyle, nefretle olacak bir şey değil. Bir hamaset biçiminin yerine başak bir hamaset koymakla olacak bir şey hiç değil.
Ne var ki, 90 yıldır sürmüş bir “sistem”den söz ediyoruz; bunun yarattığı etkiler var, tepkiler var. Bunun taraftarında olduğu kadar hasmında da yarattığı bir ruh hâli var. O ruh hâli de serinkanlılığa değil, kör dövüşüne daha yatkın.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.