Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemini öngören anayasa değişikliği teklifi 16 Nisan’da yapılan referandumda % 49 hayır oyuna karşı % 51 gibi ucu ucuna bir oranla kabul edildi.
Ancak referandumda varılan sonuç Türkiye’yi hiç de rahatlatmışa bezemiyor. Her şey bıçak sırtında gibi duruyor. Bu rahatsızlığı, bütün aksi söylemlerine rağmen, en başta AKP ve MHP cenahında gözlemlemek mümkün.
Çünkü bu anayasa değişikliği meselesinde en başta yanlış yol seçildi ve böylesi bir yanlış yoldan da doğru bir sonuca ulaşılamayacağı ta başından belliydi.
Türkiye’nin temel sorununun yeni ve demokratik bir anayasa yapımı olduğunu bilenlerin başında hiç kuşkusuz AKP geliyordu. Bu gerçeği hem muhafazakâr kesimin geçmiş acı deneyimlerinden hem de son 15 yıllık iktidar sürecinden dolayı en iyi bilen AKP idi.
Ne var ki AKP bu çıplak gerçeği ilkesiz karakteri nedeniyle bir yana itti. 15 Temmuz darbe girişiminin yol açtığı travmatik konjonktürde en son sarılması gereken bir aktöre, MHP’nin uzattığı ipe sarıldı.
Gerisi ise herkesin malumu.
Yanlış iliklenen bir düğmeden sonra bütün diğerlerinin yanlış iliklenmesine benzer bir döngü yaşandı.
Toplumun geniş katılımı, etkin bir tartışma ve müzakere sonucunda hazırlanması gereken değişiklik paketi, kamuoyundan uzak, kapalı kapılar arkasında AKP-MHP arasında kotarılan bir pazarlıkla gündeme getirildi.
Yangından mal kaçırırcasına parlamentodan geçirildi.
Daha da kötüsü, iktidarın bunca önemsediği bir paketi OHAL koşullarında referanduma götürmesi oldu.
OHAL, adından açıkça anlaşıldığı gibi olağan koşulların yokluğunu, duruma göre demokratik hak ve özgürlüklerin askıya alındığı bir durumu ifade eder. Başka bir ifade ile savaş, doğal afet ya da büyük krizlerin baş gösterdiği OHAL koşullarının yaşandığı bir ülkede örneğin seçime gidilmez, referandum yapılmaz, varsa toplumun geniş kesimlerini ilgilendiren meseleler ertelenir.
Ne var ki tek adam yönetimi cazibesine kapılan Erdoğan ve AKP, siyasetin bu kesin kuralını ve hukukun evrensel normunu hiçe sayarak OHAL koşullarında referanduma gitmek gibi siyasi bir fırsatçılığa yöneldi.
Referandum süreci ise demokrasi, hukuk, adalet ve toplumsal uzlaşı gibi değerler bakımından tam bir mezbahaneye dönüştü.
Paketi savunan iktidar ile buna karşı çıkan CHP öncülüğündeki muhalefet kanadı hamasette birbirleriyle yarıştılar, milliyetçiliğin en ilkel ve kaba olanını karşılıklı pompaladılar. Toplum içerde derin kamplaşmalarla yarıldı. Taraflar yandaşlarını kenetlemek için ırkçılığı ve yabancı düşmanlığını hiç olmadığı kadar kaşıdılar. Bu yaklaşım nedeniyle Avrupa ülkeleriyle ilişkiler derin yara aldı. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve CHP lideri milliyetçi oyları paylaşmak adına Kerkük’te göndere çekilen Kürdistan bayrağına ve Kürdistan Siyasi aktörlerine olmadık hakaret ve tehditlerde bulundular.
Pirus zaferi
Ve sonuçta AKP-MHP ortaklığının eseri olan Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi 16 Nisan’da yapılan referandumda %49 oy oranına karşılık %51 oyla kabul edildi. Peki, bu tablo içinde iktidar açısından gerçek bir kazanımdan söz edilebilir mi? Çok açık ki hayır. Olsa olsa bir Pirus zaferi’nden söz edilebilir. Bunca kırılıp dökülen şeyin değmediği zayıf bir zafer…
Bu arada iktidar kanadı paketi kabul ettirerek, CHP ise “hayır” oranını %49’a çıkartarak kendine göre pekâlâ bir zafer hikayesi anlatabilir. Ancak unuttukları bir şey var, bu referandumda bir bütün olarak Türkiye kaybetmiştir. Kısıtlı demokratik değerleri aşındırarak, şovenizmi alabildiğine pompalayarak, toplumu kendi içinde ve dışarıya karşı zehirleyip kutuplaştırarak, Türk siyaseti, Türkiye’yi demokrasi ve Kürt meselesinin çözümünde daha da zor bir noktaya getirdi.
Bundan böyle en başta Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP iktidarının işi zor.
Birincisi, referandumun OHAL koşullarında yapılması bu süreci her zaman meşruiyet açısından tartışmalı bir konu kılacaktır.
İkincisi, toplumun yüzde 49’unun karşı çıktığı bir sistem, baştan kamburla doğmuş demektir. Bu durum yeni sistemi önerenlerin başında Demokles’in kılıcı gibi sürekli sallanacaktır.
Üçüncüsü ve en önemlisi 16 Nisan’da kabul edilen sistem, hiçbir şeye benzemeyen ucube bir sitemdir. Ve böyle olduğu içindir ki AKP tabanının kendisi bile bu pakete yeterince ikna edilememiştir.
Zor ve belirsiz bir gelecek
Türkiye, 16 Nisan referandumundan sonra kırılgan ve belirsiz bir sürece girdi. Hiç kuşkusuz anayasa değişiklik paketi ret edilmiş olsaydı da bu durum değişmeyecekti. Çünkü o zaman da AKP hükümetinde yaşanacak herhangi bir kriz durumu ve Türkiye’nin yaşayacağı olası savrulmalar daha derin bir belirsizliğe yol açabilirdi.
Mevcut somut duruma gelirsek…
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 16 Nisan referandum günü akşamki ilk konuşmasında idam cezasının getirilmesinden söz etmesi, ertesi gün Beştepe Sarayı’nda kitleye hitaben yaptığı konuşmada idam konusuna tekrar ve altını çize çize vurguda bulunmasının işaret ettiği şey şu:
Birincisi, rahat değil ve kazandığı zaferin o kadar da güçlü bir zafer olmadığının farkında.
İkincisi, birincisine bağlı olarak, Erdoğan idam vurgusuyla aslında şimdiden 2019 cumhurbaşkanlığı seçiminin startını vermiş oldu. Erdoğan, 16 Nisan referandum sonuçlarına bakarak 2019 cumhurbaşkanlığı seçiminin çantada keklik olmadığını anlamış gibi. Bu durumda onun milliyetçiliğe dayalı bir strateji izlemesi ve milliyetçi bloku güçlendirecek idam ve benzeri her türlü yönteme başvurması kaçınılmaz.
Böyle bir stratejiye odaklanan bir iktidarın ise yakın dönemde demokrasi ve Kürt meselesinde adım atması eşyanın tabiatına aykırı.
Bu yaklaşımın Türkiye’yi içe kapayarak dünyadan tümüyle izole edeceğini, özellikle de AB ile ilişkilerinin askıya alınmasıyla sonuçlanacağını öngörmek zor değil.
Öte yandan Erdoğan açısından bu stratejinin de bir garantisi yok. Çünkü MHP’ye dayalı bir ittifakın onu getirdiği nokta ortada. Bu gidişat onun iniş sürecini daha da hızlandırabilir. Söz konusu milliyetçi çizgi ve dünyaya meydan okuma anlayışı 2019 hedefini iyice tehlikeye sokabilir. Bu nedenle Erdoğan’ın gelecekte yeni ittifak arayışlarına girmesi kimseyi şaşırtmamalı.
Kürtlerin artan rolü
16 Nisan’da kabul edilen cumhurbaşkanlığı sistemi, bütün çarpık içeriğine rağmen Kürtlerin siyasal sistem içindeki rolünü artıran bir özelliğe sahip. Bundan böyle Türkiye’de hükümet kuracak cumhurbaşkanlığı seçiminde Kürtler tayin edici bir aktör haline gelebilir. Daha doğrusu hükümet kuracak çoğunluğu sağlamak için Kürtlerin desteği daha bir önem kazanabilir.
Mustafa Erdoğan’ın “Bizi Kürtler Özgürleştirecek” kitabının isminden ilhamla, öyle görünüyor ki demokrasiyi de Kürtler Türkiye’ye getirecek. Son referandumda da görüldüğü gibi Türk siyasetinde demokratik damar oldukça zayıf. İktidarı ve muhalefetiyle siyasi alana yön verenlerin demokrasiyle alakaları yok. İktidar yelkenlerini şoven akıntıya açmış, muhalefet ise iktidarı demokrasi talepleriyle zorlayacağına onunla hamasi bir milliyetçilik yarışına girmiş durumda.
Bu durum Kürt hareketini Türkiye’de demokrasinin taşıyıcısı gibi bir misyonla karşı karşıya getiriyor.
Türkiye’de Kürt hareketini önemli kılan sadece onun özgürlük, eşitlik ve adalet taleplerini temsil etmesi değil. Kürtlerin Güney ve Güney Batı Kürdistan üzerinden yükselen ve gitgide ete kemiğe kavuşan özgürlük mücadelesi de Türkiye’yi bu topluma açılmayı yakıcı kılıyor.
Kürtler güçlerini birleştirmeli. Kabul edilen cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi gereği çıkarılacak uyum yasaları sürecinde ağırlıklarını ortaya koymalı. Siyasi Partiler Yasası’nın değiştirilmesi, seçim barajının kaldırılması, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, Kürtçenin resmi dil statüsüne kavuşması için ortak bir tutum ortaya koymalıdırlar. Ve giderek demokratik ve federal bir anayasanın gündeme girmesi için bir yol haritası oluşturmalıdırlar.
Türkiye’nin Kürt meselesinin çözümünü daha fazla ertelemesi mümkün değildir.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.