Dedim ya bir kimliğin üzerinden baskı kalkınca o kimliğin normalleşme süreci başlıyor. Normalleşme sürecinden kastettiğim de kimliğin içinde baskıyla ikinci, üçüncü, hatta dördüncü plana gönderilmiş farklı düşünceler kendine yer buluyor. Bir tür güneşin altında kendine yer istiyor. Nitekim bu duruma son bir örnek, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le Başbakan Erdoğan’ın BDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarına ilişkin görüşlerindeki farklılıklar. Erdoğan, kesin ve katı bir ifadeyle “Gereken yapılacaktır” derken, Gül, 1990’lı yıllarda yaşanan DEP milletvekillerinin Meclis’ten atılmasına benzer bir dışlamaya girilmemesi gerektiğini, “Çıkmaz sokaklara girmemek lazım. Herkesin sorumluluğu var. Mecbur olur geçmiş tekrarlanırsa bizi bir yere götürmez” diyerek hükümeti ve milletvekillerini uyarmak ihtiyacı hissediyor.
İslami kimliğin aynı siyasi kulvarından gelmiş bu iki siyasetçisinin görüşleri arasında bir fark var mıdır? Evet, vardır. Üstelik bu fark daha önce Ergenekon tutuklularıyla ilgili bu ikili arasında varolan fark gibi “yapısal” bir farktır. “Yapısal”dan aralarında “uzlaşmaz” ayrılıklar vardır demek istemiyorum. Ama demek istediğim “İslami kimliğin” üzerindeki baskı azaldıkça, bu kimliğin en önemli iki aktörünün yapılarındaki farkların en azından görünür hâle gelmekte olduğudur.
Doğrusu ben bu ikilinin siyasi olarak birbirinden kopmalarının mümkün olmadığını düşünenlerdenim. Ama yine de aralarında ülkenin yönetimi konusunda önemli yaklaşım farkları olduğu giderek gün yüzüne çıkıyor.
Bu fark, Gül’ün Cumhurbaşkanı oluşuyla açıklanabilecek bir fark da değildir bence. Her ne kadar Cumhurbaşkanlığı “tarafsız” olmayı gerektiren bir makamdır ama gerek Ergenekon tutukluları ve gerekse de bu dokunulmazlıkların kaldırılması konusundaki Cumhurbaşkanı’nın tutumunun “tarafsızlıkla” değil “farklı yönetim anlayışıyla” ilgili olduğunu düşünüyorum.
Tabii ki Gül’ün bu tutumunu siyasette referans alabileceğimiz bir tutum olarak değerlendirmemiz zordur. Çünkü, Cumhurbaşkanı bu görevini yaparken bir siyasetçiden çok devletin en üst bürokratı gibi davranmaktadır ve yarın siyasete dönerse bu yaklaşımlarının onun ne ölçüde genel davranışları olacağını bilmemiz mümkün değildir. Ama yine de eğer bu ikili arasında bu olaylarla ortaya çıkan siyasi tutum farklarını açıklamak istersek sanırım Erdoğan’ınkini “kimlik siyaseti”, Gül’ünkünü ise “Türkiye siyaseti” olarak nitelememiz mümkündür.
Yani Erdoğan, İslami kimliğin içinden bakarak olayları görüyor ve değerlendiriyor, Gül ise daha geniş bir Türkiye noktasından bakıyor ve değerlendiriyor. Bu nedenle de belki Kürt milletvekillerinin parlamentoda olmamaları, ya da onların seslerinin kesilmesi Erdoğan’ın kendi kimlik siyaseti bakımından yararlı olabilir ama bir Türkiye siyaseti bakımından zararlı olacağı açıktır. Açıktır çünkü Kürtlerin seslerini parlamentodan kesmek demek Kürt sorunu gibi giderek herkesin başını ağrıtan bir sorunun çözülmesini engellemek demektir ki bunun herkes için kan ve gözyaşı olacağı ortadadır.
Ben “kimlik siyaseti” derken, “Türkiye siyaseti” derken bu nüansa işaret etmeye çalışıyorum. Kimlik siyasetinin, kim yaparsa yapsın ortaya çıkış biçimi “dışlayıcı” ve “çatışmacı”dır. Oysa “Türkiye siyaseti yapmak” “onarıcı” ve “yapıcı”dır. Bugün ülkedeki tüm sorunu olanların sorunlarını duyurmak ve onlara çözüm bulmaya çalışmak bir Türkiye siyasetini gerektiriyor.
Böyle bir siyasetin kimlerce yapılacağı ise hâlâ meçhul...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.