Türkiye bundan yaklaşık bir yıl önce çeşitli cihatçı grupların Halep’ten çekilmesini sağlayıcı (ve bu sayede Suriye Arap Ordusu’nun şehrin tamamında hakimiyet kurmasını hızlandırıcı) bir rol oynamayı kabul ettiğinde, karşılığında El Bab vizesi alarak (IŞİD’i bölgeden çıkarma gerekçesiyle) Azez - Cerablus hattı diye bildiğimiz bölgeye girmişti. Ve TSK – ÖSO işbirliğiyle burada oluşturduğu koridor sayesinde de Kürtlerin doğudaki Rojava ve Cezire kantonlarını batıya uzanarak Afrin kantonu ile birleştirme özlemlerine set çekmişti.
Astana görüşmelerinden geçen cuma günü gelen haberlere bakılırsa, Rusya, İran ve Türkiye bu kez de bugüne dek bir türlü uzlaşmaya varılamayan İdlip konusu üzerinde bir mutabakata varmış görünüyorlar. Söz konusu tarafların katılımıyla şimdi de el Kaide çizgisinin hakim olduğu İdlip’te “gerilimi azaltma bölgesi” oluşturulacak.
Bir başka deyişle, Türkiye’ye bir kez daha arkasında hizalanmış ve hizalanacak muhalif grupların pasifize edilmesi görevi veriliyor. Onlar pasifize edilecek ki, İdlip’teki El Kaide yapılanması olan Heyet Tahrir’üş Şam (HTŞ) bölgede yalıtılabilsin ve çözülürek elimine edilsin, bu şekilde fazla tahribata ve insanlık dramına yol açılmadan kalıcı barışa daha hızlı ilerlenebilsin.
Peki bunun karşılığında Ankara, Rusya’dan bu sefer acaba nasıl bir taviz kopardı? Türkiye, İdlip’teki çatışmasızlık bölgesinde kendisine biçilen rolü başarı ile yerine getirirse bunun karşılığında acaba “ödülü” ne olacak? Moskova’dan Afrin’e girme izni alabilecek mi, acaba? Ya da böyle bir izni Astana kulislerine almış olabilir mi?
Bu soruları soruyoruz, zira, Ankara, Türkiye'nin Hatay ve Kilis kentlerine yaslanan Afrin kantonuna epey bir zamandır girme hevesinde idi. Bir başka deyişle, Kürtlerin ağırlıkta olduğu Suriye Demokratik Güçleri’nin (SDG) yönetimindeki Afrin, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin, adı henüz konulmasa da, “Fırat Kalkanı II” diye anılan harekât planının menzilinde idi. Bu amaçla TSK ve ÖSO Azez-Cerablus cebinde zamanında epeyce askeri yığınak yapmıştı. Hedef Kürt koridorunun uzantısı olarak görülen Menağ Hava Üssü ile Tel Rıfat şehrini alıp Afrin'i tamamen kuşatmaktı. Malum, İdlip ile Azez arasındaki bağlantıyı kesen bu bölgeler YPG'nin liderliğini yaptığı SDG’nin elinde idi.
Ancak bu planlara Rusya tarafından engel olununca, TSK bölgeyi sadece kendi sınırlarımızdan top atışlarıyla vurma yoluna gitmişti.
Astana’yı Ankara güçlendirdi
Aslında kabul etmek lazım ki, Suriye sahasında pek çok şey Ankara’nın Suriye'deki çatışmaların bitmesi doğrultusunda Moskova, Şam ve Tahran ile işbirliği yapmaya başlamasıyla hızlandı. ABD liderliğindeki koalisyonun 2011'den bu yana çözüme ulaşmayan -hatta barışı zorlaştıran, geciktiren- çabalarına en sonunda sırtını dönen Ankara bu yaklaşımı ile Astana görüşmelerinin Cenevre’ye nazaran daha etkili bir fonksiyon görmesini de mümkün kılmış oluyordu.
Halep’in Suriye ordu birlikleri ve müttefikleri tarafından kurtarılmasında Ankara’nın katkısı çok kayda değer olmuştu. Gerçi bu katkı içeride bir yandan medyanın mahareti, diğer yandan el Bab operasyonunun Halep’in kuruuluşu ile çakıştırılan zamanlaması sayesinde Türkiye kamuoyundan gizlendi.
Oysa, Halep’in güneybatısında savaşan ve ikmal hatları da kesildiği için moral çöküntü içinde olan Ankara destekli cihatçılar Türkiye’nin telkinleri ile bölgede savaşmayı bırakmış ve Halep’in cihatçılardan kurtuluşu açısından çok kritik öneme sahip Topçu Okulu bu sayede Rus uçaklarının da desteğindeki Suriye ordu birlikleri tarafından ele geçirilmişti. Suriye Savaşı’nda çok belirleyici olan bu gelişmenin akabinde Halep bütünüyle Suriye Arap Ordusu’nun hakimiyetine girmişti. Ancak özellikle iktidara yakın medya kuruluşları, Halep konusundaki bu çok önemli gelişmeyi, TSK’nın Çobanbey’den girerek güneyde bir koridor açma ve El-Bab’a uzanma girişimi ile güzelce gölgelediler. İki ayrı operasyonun zamanlamalarının çakışması zaten muhtemelen önceden planlanmıştı.
Sırada İdlip var
Şimdi sırada İdlip var. Tabii İdlip’in Halep’ten temel farkı şu: Halep Suriye Savaşı’na bulaşmayı istememiş bir yerleşim iken, İdlip başından beri El Nusra liderliğindeki Selefi gruplara ev sahipliği yapmış bir bölge. Ayrıca barındırdığı sivillerin sayısının yüksekliği, yaratacağı insani dram nedeniyle de askeri operasyonların güç olacağı bir bölge. Bu nedenle ne Rusya ne de Suriye ordusu İdlip’te Halep’tekine benzer, aylar hatta yıllar sürecek zorlu sokak savaşlarına girmek istiyor. İstenen görüşmeler yoluyla ve Ankara’nın yapabileceği katkılar üzerinden daha kestirme bir çözüm sağlamaya çalışmak.
Böyle bir çözümün ön koşulu olan temel mutabakat geçen cuma gününe kadar pek mümkün olamamıştı. Şimdi o sağlanmış görünüyor. Tabii anlaşma şu an çok taze ve henüz İdlip’te bir çatışmasızlık stratejisinin uygulamada nasıl işleyeceği ve bölgede barışa hangi adımlarla ilerleneceğini paylaşılmış değil.
Konuya ilişkin yapılan açıklamada sadece şu dendi:
“Astana toplantılarının üç garantör ülkesi arasında sağlanan mutabakat uyarınca, söz konusu üç ülkeden gözlemciler, çatışmasızlık bölgesinin sınırlarını teşkil eden güvenlikli bölgelerde oluşturulacak kontrol ve gözlem noktalarında konuşlandırılacaktır.”
Olası İdlip senaryoları
Şimdi bundan sonrasında bir senaryo, TSK ve ÖSO’nun da desteğiyle İdlip’in Türkiye sınırına yakın bölgesinde yine 30-40 km derinliğinde bir tampon bölge oluşturup, bugün bu bölgenin batısında mevzilenmiş olup ama bu anlaşmanın ardından Ankara’nın arkasında sıralanacak cihatçıların güvenle bu bölgeye taşınmasını sağlamak. Cihatçılardan boşalacak batıdaki bölgeye de Suriye Ordu birliklerinin yerleşmesini temin etmek. Aradaki Ebu ed Duhur havaüssünü içeren bölgeye de Rus birliklerinin bir tampon oluşturacak şekilde konuşlanmasını mümkün kılmak. Böylece Suriye birlikleri ile cihatçıları doğrudan karşı karşıya bırakmamak. Ardından özellikle Türkiye’nin “gözlemci kuvvetlerinin” de denetiminde uzun dönemli bir ateşkesi ve bölgede en azından bir tür öz-yönetim modelini hakim kılmak!
Akla gelen bir diğer senaryo da şu: Türkiye’ye bugüne dek yakın durmuş Ahraru’ş Şam gibi silahlı isyancı grupların Ankara denetiminde İdlip’ten (mesela el Bab bölgesine taşınarak) uzaklaştırılması ve bu şekilde hem sınır kapılarına hem de bölgenin büyük kısmına hâkim durumda olan el Nusracıların (HTŞ) izole edilmesi. Bunun paralelinde de, -çeşitli yeniden yapılanmalar ve isim değişiklikleri geçirdikten sonra, son olarak Heyet Tahrir’üş Şam adını almış el Nusracıların şemsiyesi altında bulunan “daha az radikal” kimi unsurların örgütten ayrılmasını ve Türkiye’nin nüfuzu altında bir güvenceye kavuşmalarını sağlamak da muhtemelen böylesi bir senaryonun ilk fazının hedeflerinden biri olabilir. Böyle bir ilk fazdan sonra HTŞ’den arta kalan ve çözülerek güçsüzleşmiş unsurların icabına da ikinci fazda bakılacak olabilir.
Bu arada hemen belirtelim, bölgede Ahraru’ş Şam’ı ezip sınır kapılarından atan ve İdlip’teki şerî mahkemelere de hâkim olarak neredeyse tekelci bir hakimiyet kuran Heyet Tahrir’üş Şam’da son zamanlarda ciddi çatlaklar olduğu haberleri geliyor. Temmuz ayı içinde Nureddin Zengi Hareketi’nin ayrıldığı örgütten 11 Eylül tarihinde Fetih Ordusu'nun kadılığını da yapmış olan Suud asıllı vaiz Şeyh Abdullah el Muhaysini ile bir başka Suudi asıllı vaizin ayrıldıklarını öğrendik. 13 Eylül’de ise eski Ahraru’ş Şamkomutanlarından Ebu Salih Tahan adamlarıyla birlikte HTŞ’den ayrılacağını açıkladı.
Yukarıda sıraladığımız senaryoların hangisi gerçekleşirse gerçekleşsin, HTŞ bölgenin büyük kısmına hâkim durumda iken Ankara’nın böylesine karmaşık bir bölgede çatışmasızlık ortamını nasıl sağlayacağı tam anlamıyla soru işareti. Ayrıca İdlip, el Bab gibi “kolay lokma” da değil. ABD’nin de Rusya’nın da “terör örgütü” listesinde yer alan savaşçı bir örgütten (HTŞ) uluslararası alanda onay da görebilecek sivil bir idare bazı çıkarmak çok çok zor olacaktır. Burada sadece Suriye’nin geleceğini etkileyecek bir zorluktan da söz etmiyoruz. Türkiye cihatçı gruplar arasında nihai bir uzlaşma sağlama gibi bir role soyunduğu anda bunun olası bütün olumsuz yansımalarından da ciddi bir biçimde etkilenecektir.
Türkiye’nin, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başkanı Mesut Barzani liderliğinde, 25 Eylül'de bölgede yapılacak bağımsızlık referandumunu en azından iç kamuoyunda gölgelemek için önümüzdeki günlerde acele bir askeri harekata girişmeye kalkması, işleri daha da zorlaştırabilir.
Gaziantep’ten “Milli Ordu” çağrısı
İsveçli gazeteci Aron Lund’un Foreign Affairs dergisinin 15 Eylül tarihli sayısında yer alan makalesinde aktardığı bilgilere bakılırsa, Suriye sahasında Ankara’nın elini kolaylaştıran gelişmeler yukarıdakilerle de sınırlı değil. Suriye ulemasını temsil ettiği iddiasıyla zamanında İstanbul’da kurulmuş olan ve Rusya gözetiminde herhangi bir siyasi çözümü hiçbir şekilde kabul etmeyeceğini defalarca deklare eden Suriye İslam Konseyi geçtiğimiz Ağustos ayı sonlarında, daha ılımlı muhalif gruplara da bir çağrı yaparak, tüm muhaliflerin sürgünde, Gaziantep’te kurulmuş olan “geçici Suriye hükümetinin” nezaretinde çalışacak bir “milli ordu” çatısında biraraya gelmelerini istedi. Lund’a göre, çağrı ÖSO ve Ahrarcılar tarafından da destekleniyor.
Konsey, geçici hükümetin ‘Savunma Bakanlığı’na da 1987’de Sovyet kozmonotları ile birlikte uzaya gitmiş, bu nedenle “Suriye’nin Neil Armstrong’u” olarak da anılan, lakin 5 yıldır mülteci olarak Türkiye’de yaşayan Muhammed Faris’i önermiş. “Milli Ordu”nun Genelkurmay Başkanlığı görevi ise Özgür Suriye Ordusu'nun 2012-2014 arasında komutanlığını yapan ancak Selefi cihatçıların baskısı sonucu Yüksek Askeri Konsey tarafından görevden alınan ve bunun sonucunda da Suriye'den kaçan Tümgeneral Selim İdris’e teklif edilmiş.
Gerçi İdris’in teklifi reddettiği söyleniyor ama tüm bu gelişmeler Ankara’nın işini az da olsa kolaylaştırabilecek türden gelişmeler. Tabii işin bu kısmının sahada nasıl gelişeceğini zamanla göreceğiz. Şimdi gelelim başlıkta da sorduğumuz soruya...
Peki Afrin’de n’olur?
Bu zor şartlar altında Suriye’de savaşın sonlanması doğrultusunda gösterdiği “işbirliği” temelli yaklaşımı karşılığında, Türkiye Rusya’dan Afrin’e müdahale vizesi almış mıdır?
Yani, Afrin’e girerek buradaki Kürt ağırlıklı Suriye Demokratik Güçleri (SDG) yönetimini dağıtıp denetimin kendisine ve kendisine bağlı grupların eline geçmesini sağlayacak bir askeri operasyonun müsaadesini almış olabilir mi Ankara?
Önce şunu söyleyelim: Deyrizor zaferi ile birlikte Suriye Savaşı artık sona yaklaşıyor. IŞİD’in Suriye topraklarındaki varlığı sonlandırıldıktan sonra, yani ABD’nin Suriye topraklarındaki mevcudiyeti meşruiyet ömrünü doldurduktan sonra, Kürtler ile Şam yönetiminin ülkenin geleceğine yönelik nasıl bir anlaşma içine girecekleri, Kürtlerin bugün denetim altında tuttukları bölgelerde bir tür özerklik ile yetinip yetinmeyecekleri, Şam’ın Kürtlerin beklentilerine nasıl bir cevap vereceği, Şam’ın yaklaşımı karşısında ABD ve Rusya’nın nasıl pozisyonlar alacakları birer soru işareti.
Kısacası savaş sonlansa da, bu soruların cevap bulması için daha uzun zamana ihtiyaç olacak. Ayrıca bu sürecin bugüne kadar pek değinilmeyen bir dinamiği daha var. O da, Suriye’deki petrol ve doğalgaz varlığı ve bunlar üzerinde sağlanacak denetim! (Buna da önümüzdeki haftalarda değinelim.)
Bu nedenle olsa gerek, Suriye Arap Ordusu’nun üç koldan başlattığı Deyrizor taarruzu karşısında, Rakka’ya odaklanmış ABD desteğindeki SDG de Deyrizor’a doğru hızlı bir harekata girişti. SDG güçleri şimdi güneye, Deyrizor’a doğru ilerliyorlar. Onların bu hamlesi, Fırat’ın doğusundaki petrol bölgelerine doğru Suriye Ordusu ile girilmiş bir yarış olarak da okunabilir.
SDG’nin ülkenin doğusundaki petrol kuyularının bazılarını ABD desteğinde ele geçirmek istemesinin ardında, IŞİD bu bölgeden temizlendikten sonra, Şam ve Moskova ile oturacağı masada bir “koz” teşkil edecek olması yatıyor.
Buna karşılık Rusların da kuzeyi ve batısı Türkiye topraklarına komşu olan ve Rojava ile bağlantısı olmayan Afrin’deki Kürtlerin bir tür hamiliğine soyunmasını da Moskova’nın elindeki bir “koz” olarak düşünebiliriz.
Dolayısıyla IŞİD’in Suriye’nin doğusundan temizlenmesi sonrasında Kürtlerin diplomasi oyununu Rusya’nın (ve Şam yönetiminin) öngördüğü yol haritasına uygun şekilde oynamaması halinde, Moskova’nın TSK’ya daha düne kadar vermediği Afrin’e müdahale vizesini verme ihtimali yok değil. Ancak o vizeyi bugün vermesi -Kürtlerden ülkenin doğusunda bir “yamuk” gelmedikçe- pek beklenmemeli.
Son olarak şunu da unutmamak lazım: Rusya, İran ve Türkiye’nin Suriye Savaşı’nda bir süredir ABD’nin katılımı, sözü ve onayı olmadan bir şeylere karar verip, uygulayıp sonuca gidiyor olması, elbette ki Washington’un çok hoşuna giden bir pozisyon değil. Washington yönetimi kendisini de oyun dışına iten çatışmasızlık bölgelerinin mimarı olan bu cephede bir çatlak açmak için her yolu denemek isteyebilir ve bu yolda “en zayıf halka” olarak gördüğü Türkiye’ye kıymetli bir “havuç” uzatmak da isteyebilir. (T24)
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.