ERDOĞAN çıktı ve bıçağın kemiğe dayandığını, hayli etraflı bir operasyona girişmek için ramazan ayının bitmesini beklediklerini açıkladı. Blöf yapıyor gibi görünmüyordu. Mevzuyu Başbakan'ın karakterinden ve eğilimlerinden ibaret zanneden aldanır. Maalesef öyle değil. Güneydoğu'dakiler kadar çok yoksulluk çekmiş ama gündelik siyasette "bir gün sinekleri" kadar yer bulmamış milyonlarca Niğdeli, İzmitli, Kütahyalı, Kırşehirli, Amasyalı vb. Erdoğan'ın salvosunu yüzlerine yayılan bir "çok şükür" tebessümüyle izledi.
Kürt meselesinin Kürtçü ama görece masum tarafı şunu anlamalı: Sorun birtakım kültürel ve siyasi hakların "talep edilmesi" değildi. Sorun talep etmekle yetkilendirilenlerin, talep eder göründükleri şeyleri gerçekte talep etmiyor oluşlarıydı. BDP-DTK'dan sıkça sâdır olan üslup sorunu, bu amaca matuf basit bir enstrümandı sadece.
Öyle olmasa, hiç de az şey talep etmeyen Kemal Burkay, hükümet çevreleri tarafından bile itibar gören bir kişilik olarak temeyyüz etmezdi. BDP ve DTK, politize olmuş Kürtlerin taleplerini yansıtmakla görevli siyasetçiler, bu devasa samimiyetsizliğin Türkiye'nin Kürt olmayan tarafını ne kadar huzursuz ettiğini hiç umursamadılar. En az kendileri kadar çok ölmüş olanların iktidara getirdiği hükümet partisinin barışmak için uzattığı eli havada bırakmanın yaratacağı hayal kırıklığını ve öfkeyi hiç kaale almadılar.
Geç gelen bir el uzatmaydı, eksik uzanmıştı, ama şaka dükkânından satın alınan sahtesiyle değiş tokuş edilmemişti henüz. Bu ülkenin Kürt olmayan ama Türk olmaktan da gocunmayan tarafının bizzat devlet eliyle "Devletimiz Kürtlerin üzerinden silindir gibi geçmiş, hep yanlış bilgilendirilmişiz" noktasına getiriliyor olmasının bir önemi vardı. Bu gelme hali, çok acı çekmiş ama olgunlaşamamış, hatta çiğliğine müşteri de bulmuş politik Kürtçülerin "Uyan da balığa çıkalım, cicim" muamelesiyle karşılaşmasaydı, her şey farklı olurdu.
KÖTÜ DEVLET, KÖTÜ ÇOCUK
"Haksızlığa uğradım, işkence gördüm; bunlar yetmemiş gibi bir de empati mi yapacağım" dedin.
Maalesef, her zaman talep eden, empati yapmak durumundadır. Acı ama gerçek: Düşünmek ve çözüm üretmek, her zaman yoksunluğa itilenin ve o pozisyondan bir iddia üretenin yüküdür. "Müddei iddiasını ispatla yükümlüdür" kuralı kadar nettir bu. Bir faydası vardır ama. Durumun içerdiği müşkülatı kavramak ile kendini aşma çabası başat koşar, birbirini kamçılar. Geliştirir. Bir bakmışsın, kafa konforu yerinde olanlardan beş adım öndesin.
Öyle de olmadı mı? O hiç beğenmediğin "demokratik açılım" olağanüstü elverişli bir siyaset yapma ve politik gündemi yönlendirme şansı verdi sana. Hakkındı da. Yeni Anayasa süreci, yıllardır talep ettiğin hakları, fırsatı donanmış geliyorsa, kuşkusuz senin mücadelenin payı da vardı bunda. Fakat hem pastam dursun hem karnım doysun, terör de yaparım kariyer de tatsızlığında o kadar direttin ki, elde ettiğin zemin kaydı gitti. Barışmayarak elde edeceklerinin, uzlaşarak kazanacaklarından daha fazla olduğu hesabına giriştin. Senin katılımınla mümkün olabilecek süreç için bile, "AKP veriyorsa almam, maraza çıkararak almanın tadı başka" yaklaşımı güttün.
★
Kocası tarafından terk edilmiş dayakçı bir anneydi cumhuriyet. Annenden de, zorla sokulduğun işten de nefret ettin.
Huysuzluğun anlaşılabilir, ismini değiştirmek istemen de. Türkülerini sonsuza kadar dinletebilirdin, dileseydin.
Ama babadan kalma tamirhaneye kaçak kat çıkma, olmadı ikiye bölüp girişleri ayırma gibi faaliyetler diğer mirasçıların; kardeşlerin izni ve rızası alınmadan olmaz.
Kaderini, yaşam alanını tayin hakkı da, kardeşlerini pusuya düşürüp öldürmekten, tehdit etmekten geçmiyor, öyle olmuyor.
Ne hazindir, dayakçı annenin sesindeki bir haklılık tınısı. Sanki depresyonu atlatmış. Üzerine bir de sevgili yapmış sanki... "O zaten hayırsızın tekiydi" diyor, zerdüşttü, şuydu buydu.
Araya girip, yapmasak, etmesek diyen kardeşler de dayak adayı artık.
Kına isteyen?
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.