Her toplumun hayatında böyle zamanlar vardır.
“Geçiş dönemi” dedikleri belirsizlik hâlleri bunlar.
Türkiye çok ciddi bir devrimden geçti, seksen küsur yıllık askerî vesayeti bitirdi, en azından geriletti.
O ağır vesayetin altından beli kırılmış bir toplum çıktı.
Özellikle damarlarına “milliyetçilik” ve “tek adam” efsanesi zerk edilmiş, dünyaya ve gelişimlere kuşkuyla bakan, sağlam kadrolar kuramamış, “kapıkulu anlayışı” yüceltilmiş, felsefeden kopartılmış, düşünmesi yasaklanmış bir toplum bu.
Askerî vesayeti yıkan AKP, bu devrimden sonra meydana geleceği belli boşluğu “demokrasi” ile doldurmaya söz vermişti, tek çıkar yol da oydu.
Kendi geleneklerimiz ve kadrolarımız o demokrasiyi yaratacak güçte olmadığı için Avrupa Birliği’nin kriterleri pusula olarak kabul edilmişti.
Ama ne kadar o sisteme karşı olsalar da neticede o sistemin yetiştirdiği, Kemalist değerleri bilinçaltına doldurduğu bir ekip AKP yönetimi.
Dindar ve muhafazakâr görünümlerinin altında milliyetçi ve “tek adam” yönetimine hayran bir kadro var.
Kendilerini yıllarca ezen Kemalist elite duydukları öfke ne yazık ki aynı zamanda o Kemalistlere duydukları hayranlığı da içinde taşıyor.
Başkanlık tartışmaları sırasında sık sık “Atatürk ve İsmet Paşa” örneklerini vermeleri boşuna değil, onlar da istiyorlar öyle bir “tek adamları” olmasını, “onların hayat tarzını” bir emirle bütün topluma kabul ettirmesini.
Ve, kendilerini ezenleri taklit etmek, onlar gibi “mutlak bir güce” sahip olmak, onlar gibi tepeden bakarak, “ezici” olmanın tadını çıkarmak hayaline meftun oluyorlar.
Cumhuriyet boyunca ezilenler şimdi “zulmün” ortadan kalkmasını değil, zalimin gücünün “mazlumun” eline geçmesini istiyorlar.
Belki de bu olağan bir durumdur.
Toplumun dengeye gelmesi için mazlumun da belki zalimliğin tadını çıkarması, zalim olmanın getirdiği o çirkin tatmini hissetmesi gerekiyor.
Hayatın bu kadar hızlı akmadığı başka bir çağda olsak, belki burada oyalanır, yeni zalimlerin de zulme doymasını beklerdik.
Ama hayatın gürül gürül aktığı, insanlığın neredeyse her an değiştiği bir zamandayız.
AKP’nin kayığı bir yandan sert akıntılarla ileri doğru itiliyor, bir yandan AKP yönetimi kürekleri geçmişe doğru dönmek için çekiyor, böylece bir girdabın içinde çalkalanmaya başlıyoruz.
Hayatın bizi mecbur kıldığı “olumlu değişikliklerle”, bir yandan o değişiklikleri gerçekleştirirken bir yandan da geçmişi yeniden yaratmaya özenen AKP’nin geri dönme çabalarının gelgitlerini yaşıyoruz.
Bir yandan artık bu yetmiş milyonluk toplumun ihtiyaçlarına cevap vermeyen sistemi değiştirmek için harekete geçiyorlar, bir yandan bu sistemin “eski usul tek adamlığa” uygun bir sistem olmasını arzuluyorlar.
“Sistem değişmeli” diyorlar ardından, Anayasa’yı değiştirmeden, Seçim Yasası’nı değiştirmeden, Siyasal Partiler Yasası’nı değiştirmeden “başkanlık” sistemini gündeme sokmaya çalışıyorlar.
“Anayasa’yı değiştirecek gücümüz yok bari başkanlığı getirelim” diyorlar.
Bugün çok güçlü olan Başbakan’ın “başkan olduğunda” gücünün azalacağını söylüyorlar, “güçlüyken çözemediği sorunları güçsüzken nasıl çözecek” sorusuna cevap veremiyorlar.
Belki de yanlış anlıyorumdur ama benin anladığım, bu “başkanlık” önerileri “dindar bir Atatürk” özleminden kaynaklanıyor.
1923 modelinin bu “dindar versiyonu”, “laik versiyonunun” bulamadığı çözümleri nasıl bulacak?
Bulamayacak elbette, onun için girdapta bir iki tur daha atacağız.
Sorunlara gerçekçi çözümlerin arandığı değil, yıllarca ezilmiş bir kadronun “ezene duyduğu” hayranlığın ve “ezenin” yerine geçme özleminin tatmininin arandığı bir zaman bu.
Ama 2012 yılında 1923 bir daha gerçekleşir mi?
Gerçekleşirse 2012’nin sorunlarını çözebilir mi?
Çözebileceğini sanmıyorum.
Zaten gördüğünüz gibi çözemiyor da.
“Tek adam” kararlarının toplumu nasıl batağa sürükleyebileceğini Suriye meselesinde çok açık gördük, Türkiye girdiği yolda ne ilerleyebiliyor, ne geri dönebiliyor, her an bir belayla karşılaşma ihtimaliyle yaşıyor.
Kürt meselesinde de aynı çıkmazı yaşıyoruz.
AKP’de “başkanlığı” en fazla savunan adamla, “anadilde eğitim şeytan işidir” diyen adam aynı adam, belli ki “özgürlükçü ve eşitlikçi” bir anlayış yok oralarda.
Anadilde eğitime “hayır” diyen “dindar bir Atatürk” Kürt sorununu nasıl çözecek, bir daha mı Dersim’i yaşayacağız?
Bu çağda bu mümkün olabilir mi?
“Din eğitiminin özgürleşmesi” için bunca çaba sarf eden bir yönetimin, “dil eğitimi” konusunda bunca yasakçı olması nasıl sonuçlar verir?
Bir kesimin özgürlüğü için küreklere asılmak, başka bir kesimin özgürlüğünü de engellemeye kalkmak, bu kayığı girdabın içinde döndürüp durmaz mı?
Doğrusu ya, Türkiye’nin bu girdapta çok fazla oyalanamayacağını, sonunda ya ileri doğru gideceğini, ya da bugünkü biçimini değiştireceğini sanıyorum.
Ama “geriye” dönemeyeceğine eminim.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.