Hz. Ali, “Sen kendini küçük bir cisim sanırsın; oysa sende âlem-i ekber saklıdır”1 demektedir. Bu söz, “İnsan, küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır”2 ifadesiyle paralellik arzetmektedir. Demek âlem, insan-ı ekber, insan ise, âlem-i asgardır. İşte, Allah’ın insanoğluna biçtiği değer; belirlediği konum...
Yazıma niçin böyle bir girişi seçtim? Çünkü “ben insanım” diyen birinin ilk ve en önemli dersi “kendini tanımak”tır. “Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku!”3 çağrısı, tanımak eylemine bir davettir. Keza, “Kendini bilen, Rabbini bilir”4 sözü, bu çağrının bir başka veçhesidir. İşte, “afakî”(dışsal) ve “enfüsî”(içsel) okumalarla mükellef olan insanın, özellikle enfüsî olanına, yani “kendini tanımak” temelindeki eylemliliğe atfedilen öneme binaen böyle bir girizgâhı tercih ettim. Çabam, bir “hatırlatma”dır...
Evet, “arzın halifesi”5 ve “Allah’ın muhatabı”6 unvanıyla yaratılan insanın, sair yaratıklardan ayrılan yanlarından en önemlisi, “akıl” ve “idrak” kabiliyetiyle donatılmış olmasıdır. Bundandır ki, insan, Kur’an’ın diliyle sık sık “Neden akletmiyorsunuz?”7 diye uyarılmaktadır. Bu noktada, insana mazeret tanınmamıştır. Zira insan, verilenden hesaba çekilir; verilmeyenden değil. Akıl ve idrak verilenlerdendir. Akıl ve idrak ise, hakta sebatı, batılda direnmeyi öngörür. Geçici yanılma, aldanma ve aldatılmaların ötesinde, batıl ve inkârda ısrar, akıl ve idrakin varlık sebebine aykırı olup asla affedilemez.
İnsanoğlu için iman ve küfür, hidayet ve dalâlet, istikamet ve inhiraf, hak ve batıl hayatın iki zıt ve girift yüzü gibidir. Bunları birbirinden seçmek ve birinden yana tercihte bulunmak insanın kendisine bırakılmıştır. Bu seçimde akıl ve idrak kadar, his ve heves de etkindir. Akıl ve idrak; iman, hidayet ve istikamete yönlendirirken, his ve heves; küfür, dalâlet ve inhirafa sevk etmektedir. İki durumdan çıkan mükâfat ve mücazat, insana aittir. Kişi kendi elinin cezasını çeker; yani ettiğini bulur, ektiğini biçer. Ceza, alışılmış anlamının aksine, amelin karşılığıdır; ekilenin meyvesidir.
Hak edilenin karşılığı adalet, aksi, zulümdür. Bu durum, hem müspet ameller, hem de menfileri için geçerlidir. Menfide, malumdur; kendi düşen ağlamaz. Rızasıyla zarara girene merhamet edilmez, lehinde bakılmaz. Müspette ise, hak etmeden verilenlerdir; ya rüşvet, ya iltifat, ya da hediyelerdir. Rüşvet, o da malumdur; veren de verilen de tel’in edilmiştir.8 İltifat ve hediyeler ise, muvakkattir, ara sıradır. Yok, sürekli olursa, alanı pis alıştırır; çalışmadan kazanmaya sevk eder. Dolayısıyla zulümdür. O halde, adalet; herkese, hak ettiğinin verilmesidir.
Bu ölçüleri günümüze ve yaşadıklarımıza uygularsak: Adalet, Allah’ın “Adil” isminin tecellisidir ve O’nun adına uygulananıdır. O’nun adınaysa, yerini bulur, ibadet hükmüne geçer. O’ndan gafletle icra edilen adalet, adalet olmadığı gibi, ibadet de olamaz. En âli ibadet, adalettir; Allah ve kamu hukukunun sağlanmasıdır. Bu iş, şahsî kin ve intikam duygularını kaldırmaz. Hâkim hükmederken, mahkûma diş bileyemez. Hukuk ve vicdan, kindarlığı kaldırmadığı gibi, yersiz acımaları da reddeder. Üstünlük, hukukun kurallarındadır; yargıçların kanaatlerinde değil. Başkasının hayat ve hukukuna tecavüz edene, merhamet yüzü değil, adaletin icabı gösterilir. Nerede kaldı binlerce, milyonlarca masumun hukuklarına tecavüz edenlere...
Geçenlerde Hayreddin Karaman’ın bir yazısında, FETO’ya nisbetle sarfettiği “Tespit edilebilirse gerçekten pişman olan, tövbe eden, bundan sonra ilişkisini kesmeye azmedenlere de bir fırsat verilsin.”9 diye bir cümlesine tesadüf ettim. Cümle, makul ve adilcedir. Lakin şunun da hatırlatılmasında fayda vardır. Bu pişmanlık ve tövbe kime karşı gösterilmelidir? Hukukuna tecavüz edilenler kimlerdir? Kimlerin hakkı ödenmelidir ki bu tövbe ve pişmanlık yerini bulabilsin? Ben derim ki Allah ve Müslüman halk...
Evet, yegâne merci Allah ve halktır. Çünkü Allah’ın dinini (Kitabını ve Habibini) en hovardaca bir pervasızlıkla kullanan bir “hizbüşşeytan”a, en cömertçe desteklerini sunanlar, evvela Allah’a dönmeleri, O’nun huzuruna diz çökmelidirler. Sonrasında, “Ey Allah yolunun yolcuları! Ey Müslümanlar! Biz nefsimize ve dinimize zulmettik. Dinini dünyaya satanlardan olduk. Biz, “dinsiz dünya” ve dünyaperestlerle işbirliği yaptık. Günahımız hadsiz, cinayetimiz nihayetsizdir. Kendimizi en aşağılık kınamalara layık kıldık. Zelil ve sefil olarak kapınıza geldik, bahtınıza düştük. Affınıza sığınıyoruz; zira ceza ve af salahiyeti sizdedir...” demelidirler. Halk kararını verirken, Devlete düşen, âdil hakemliktir. Beklentilere, bu temelde cevap verilmelidir.
Düşünün, bu hizbin bütün elebaşları ve kompradorları –adeta buharlaşırcasına– dışarı kaçtılar; kalanlar, bordroculardır. MİT ve Dershane krizinden sonra –Kırk Haramiler misali– finansı kaçırdılar; bıraktıkları, gayr-ı menkullerdir... Onun içindir, adil hakemlik ve sıkı denetim diyoruz... “Ba’de harabi’l-Basra” yakınmalar, hiç bir şeyi geri getirmez. Karaman Hoca’nın dedikleri elbette yabana atılamaz; ancak hak yerini bulmuş mudur, o tartışmalıdır. Her hak, sahibini bulmalıdır.
İslâmiyet başta olmak üzere, milyonlarca Müslümanı, fesat ve fitneden inşa ettikleri çağdaş Alamutlarına düşürten bu hizbüşşeytan, nihayetinde tevessül ettikleri alçakça darbelerine yenik düşünce, emperyalist dünyaya yelken açıp büyük şeytanlarına iltica etmişlerdir. Geriye bıraktıkları artıkları ise, alışageldikleri dalkavukluk ve takkiyecilik rezaletiyle kıvranırken, elbette seleksiyonda hassasiyet, yetkililerin omuzlarında bir sorumluluk olarak durmaktadır. Bu bağlamda, tasfiyenin, tasaffiye vesile olması; masum ve mağdurların aklanması; “suçun şahsiliği” ilkesinden hareketle, aile fertlerinin aynı akıbete giriftar edilmemesi bir “hak” ve “adalet” vecibesi olarak ortada durmaktadır. “Adaleti titizlikle ayakta tutunuz!”10 ilahî düsturu hep hatırlatılmaktadır; –aleyhimizde de olsa– bir kez daha hatırlamakta fayda vardır...
Bir ilaveye daha ihtiyaç var; Hayreddin Hoca’nın bahsini ettiği tövbe ve nedamet ehli, günahlarından arınmaları adına şunu da yapmalıdırlar. Topyekûn ya da küçük guruplar halinde, FETO’cu zihniyeti tel’in etmelidirler; bunu, yazılı ve görsel basınla haykırmalıdırlar. FETO’nun günah gayyasına tükürmelidirler. Büyük Şeytan’ın kucağında, dünya Haçlı zihniyetiyle geliştirmiş olduğu işbirliğini görmelidirler. Düştükleri yerden kalkmasını bilmelidirler; neden düştüklerini ve düşürüldükleri düşkünce hallerini görmelidirler; idrak etmelidirler. Malum, bir eşek bile düştüğü yerden bir daha geçmez. “Bir Müslüman aynı delikten iki defa ısırılmaz”11 hadisi, derslerin en büyüğü olmalıdır. Yetmez, o yılanın deliğine dikkat çekmelidirler; “Zinhar, yaklaşmayınız, burası zehirli yılanların yuvasıdır” demelidirler. Yoksa kerhen tövbe ve nedametin kimseye faydası olmaz; eyyamcılıktan öteye geçmez.
Vird-i zebanımız: “Allah’ımız! Bize hakkı hak olarak göster, ona sarılmayı, batılı batıl olarak göster, ondan sakınmayı nasip et!”
Önümüzdeki yazıda, FETO’nun günah gayyasında çırpınanlara rah-ı necat olur temennisiyle, bir kronolojik skala hazırlayacağım; inşaallah.
We minellahi’t-tewfîqi we’l-hidaye...
Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir
1 (Divan-ı Emirü’l-Mü’minîn, Beyrut, s. 45)
2 (Lem’alar, 127)
3 (Sözler, s. 728)
4 (Aclunî, Keşfü’l-Hafa, c. 2, s. 262)
5 (Bakara, 30)
6 (Fatiha Suresi, bu muhatabiyetin en güzel örneğidir)
7 (Enbiya, 10; Âl-i İmran, 65; Kasas, 60 vb.)
8 (Bkz. İbn-i Mace, 2313)
9 (Yeni Şafak, 05 Şubat 2017)
10 (Nisa Suresi, 135)
11 (Buhârî, Edeb, 83)
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.