“Barış” kelimesinin akla getirdiği şeylerden hiçbirinin akla gelemediği bir ortamda DTK toplandı, bildirgesini de okudu. Bu ortamda bu toplantının da genel havadan etkilenmesi ve onu yansıtması beklenirdi. Sanırım öyle de oldu. Demeç verenlerden, “bu son el uzatma” gibi açıklamalar, “el uzatma” ile “meydan okuma” arasında bir mesaj iletiyor.
DTK’nın on dört maddesi, Galip Ensarioğlu’nun söylediği gibi, “gerçekleşme olasılığı zayıf” talepler içeriyor. Ama hepsinin içinde pekâlâ olabilecek şeyler de var. Bunların tartışılması, hele bir sonuca bağlanması bugünkü ortamda olacak bir şey değil. Çözümün barışçı olması gereği üzerinde daha güçlü bir kararlılık olmalı, tartışacak tarafların birbirine güveni olmalı, daha birçok şey olmalı ki bunların hiçbiri bugünkü ortamda mümkün değil.
Daha Başbakan’ın HDP ile görüşmesinin mümkün olmadığı bir ortamdayız. Ne üstüne anlaşılacak?
Şu ortamda Kürt tarafının “yapıcı” denilen bir tarz tutturduğunu söyleyemem. Örneğin, “çayını içer, gider” gibi bir söz, herhalde bir “davet” olarak yorumlanamaz. Gelgelelim, Haziran’dan bu yana hükümetin tutturduğu tarzın da “yapıcı” filan olmadığı meydanda. Dolayısıyla, “çayını içer, gider” diyen bunu belirli bir haklılığa dayanarak söylüyor, ama o zaman “öyleyse gelmiyorum” diyenin de haklı bir dayanağı oluyor. Bu, aslında klasik bir durumdur. Her yaptığınızı, “Ama, benden önce o, şöyle şöyle yapmıştı” diyerek bir haklılık zemini bulabilirsiniz. Ama bunları söyleye söyleye, Âdem’le Havva’ya kadar da gidilebilir.
Hâlihazırdaki duruma nesnel bir gözle bakıldığında, asıl sorumluluğun hükümet tarafında olduğu görülüyor. Haziran’da kaybedilen oyları geri almanın yolu, gerilimi tırmandırmak olarak görülünce, bunun hemen hazır manivelası Kürt sorununu alevlendirmek olacaktı. Bu yapıldı
Ama “bu yapıldı”, istenen oldu, şimdi ortalık sakinleşecek denecek bir durumda değiliz. Tayyip Erdoğan sanırım bu gerilimi sürekli tutmaya kararlı ve hazırlıklıdır. Kasım seçimi büyük bir başarıyla kazanılmıştır, ama erişilmesi gerekli başka önemli hedefler vardır: başta “Başkanlık”. İktidarda kalabilmiş olmanın bu sorunu Erdoğan’ın gözünde ikinci plana iteceğini hiç sanmıyorum.
Başkanlık ve onun yanısıra ileri derecede “otokratik”, dediğim dedik bir yönetim için gerekli başka yasal değişiklikler. Böyle bir “otokratik” mekanizmayı topluma kabul ettirmek için de gergin ortamın devamı elverişli görünüyor. Gerilimin tek kaynağı Kürt sorunu değil elbette. Örneğin Rusya ile başlayan süreç, gereğinde Suriye’deki genel durum, “millî birlik ve beraberlik” edebiyatına yol açabilir, zaten açıyor da. “Millî birlik ve beraberliğe en fazla muhtaç olduğumuz bu günlerde” kalkıp da hükümeti eleştirmek hemen “vatana ihanet” zeminine çekilebilir, zaten çekildi de. Cumhurbaşkanı şimdiye kadar “solcu” ya da “liberal” görünüm altında hükümeti eleştirenlerin “gerçek yüzü”nün ortaya çıktığını açıkladı zaten. Bunlar aslında memleketin düşmanlarıymış. Yani Tayyip Erdoğan’ın yaptıklarını beğenmiyorsanız, Türkiye’nin de düşmanısınız, “vatan haini”siniz, büyük bir ihtimalle “casus”sunuz vb. Cumhurbaşkanı muhtarlarıyla toplantısında ya da başka bir vesileyle çıkıp görüşlerini açıkladığında (görüşleri, son zamanlarda, kimlere öfkelendiğinin açıklaması şeklini alıyor), hemen harekete geçmeye hazır savcı ekipleri de var artık. “Dikensiz gül bahçesi” yaratmak üzere, birkaç koldan harekete geçilmiş.
Haziran’dan bu yana, Kürt politikası Erdoğan’ın bu ortamı oluşturmasına imkân (ve gerekçe) kazandırdı. Cemil Bayık gene “Türkiye’deki iç savaş ağırlaşacak” demiş. Gerilim, hükümetin istediği politikanın gerekçesi olsa da, Kasım’daki seçim sonuçları azımsanmayacak sayıda insanın bunu böyle görmediğini, böyle değerlendirmediğini gösteriyor. Kasım sonuçları Kürtler’in bu politikasını onaylamıyor.
Tabii olan, kırık dökük demokrasiye oluyor. Ortada bu kadar “dediği dedik” aktör olunca, “kolektif” bir oyun çıkarmanın imkânı kalmıyor.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.