1 Mart 1977 faciasına yol açan solcu şiddetseverlik, silâhlanma, düşmanlık kültürü, ideolojik kutuplaşma ve dönüp dolaşıp solun kendi içine vuran şiddet zihniyetini, en son, eski İGD yöneticileri Ahmet Muhtar Sökücü ve Alaiddin Taş da doğruladı (Taraf, 15 Mayıs). Buna karşılık bu zemini hafifseyenler, olası bir devlet tertibine en yatkın çerçevesi olarak “içerden provokasyon”a sırt çevirince, geriye “dışarıdan saldırı” varyantı kalıyor.
Bunun da neleri içerdiğini çok iyi biliyoruz artık : (ilk birkaç el silâh sesinden sonra), 4 Mayıs CNN Türk’te sayın Mehmet Karaca’nın kullandığı tipik ifadelerle, “meydana dört bir yandan çepeçevre ateş” –altını ben çiziyorum, meydana (yani dışarıdan) ateş. Uzun namlulu silâhlarla Sular İdaresi’nin üzerinden ateş + İntercontinental otelinin üst katlarından ateş + oteldeki esrarengiz Amerikalılar + panzerlerin özellikle panik yaratmak amacıyla meydana girmesi + beyaz Anadol’un gene aynı amaçla ateş açması + Kazancı Yokuşu girişine gene kasten bırakıldığı söylenen bir kamyonet.
35 yıldır ve son haftalarda tekrarlanan hep bu. Benim de izlediğim Küyerel web sitesinde, 12 Mayıs’ta ilginç bir mektup yayınlandı. [OK] diyeceğim kişi, esas olarak bana çatarken şu çok çarpıcı cümleye yer vermiş : “Bildiğim, katliamdan kısa bir süre sonra bütün sol grupların olayın kontrgerilla, derin devlet işi olduğu noktasında hemfikir olduklarıdır.”
Evet, mesele tam da bu zaten. Öncesi ve sonrasında [OK] da, “sol hemfikir” olduğuna göre benim neden “şimdi” çıkıntılık yaptığım gibi, zaten cevap verdiğim (İyi ki konuşmuşum, 9 Mayıs) bir soruyu herhalde kendince önemli bulup tekrarlıyor. Ama bütün o fraksiyonlaşmış solun başka hiçbir konuda anlaşamazken (a) neden; (b) ne kadar kısa bir sürede; (c) nasıl, kimlerin kurgusu temelinde, sadece ve sadece bu konuda anlaşıverdiğine hiç değinmiyor. Sırf [OK] da değil; kimse sorgulamıyor bu tuhaflığı. 1977-78’de hızla şekillenmiş bir öykü; hiç kimse ardında ne var diye bakmıyor. Tıpkı Türk milliyetçiliğinin Ermeni soykırımını hatırlayış, daha doğrusu hatırlayamayışı, ya da “asıl Ermeniler bize saldırdı” şeklinde hatırlamayı seçmiş olması gibi, 1 Mayıs 1977 “devlet tertibi” de inşa edilmiş bir kollektif bellek (a constructed collective memory). Gerçek değil, bir kurgu –ama prehistorik destanlar gibi, ağızdan kulağa tekrarlana tekrarlana herkesi gerçekliğine inandırmış bir kurgu. Ben işte bu kurguyu sorguladığım ve dayandığı, yukarıda özetlediğim “olgusal” temelin tamamen çürük olduğunu söylediğim için kötü kişi oluyorum.
Yasemin Çongar çok haklı : Hatırlamak değil anlamaktır sorun (12 Mayıs). Bir yığın veri ve gözlem yumağı, keşmekeşi içinde tarihçinin sorunu, geçmişte belirli bir olayın nasıl olmuş olabileceğini ve olamayacağını anlamaktır. Zaten buna “tarihsel düşünmek” (historical thinking) adını veriyoruz. Oysa bunu kavramayan bir yığın insan, bir, benim “devleti akladığıma” kendini inandırıyor ve sonra iki, hani, senin tertip olmadığını öne sürmek için kanıtların nerede diye soruyor. Örneğin Levent Yılmaz, sırf 1 Mayıs 1977 meydanında kendi yaşadıklarımdan hareketle yazdığımı sanmış; solun kollektif hafızasının sola oyun oynadığını söyleyen kişiye (bana), hafızanın insana ne garip oyunlar oynayabileceğini Ricoeur’den giderek hatırlatmak istemiş (9 Mayıs). Oysa biraz dikkatli olsaydı, Ricoeur’ü asıl kimlere okutmak gerektiğini görebilirdi. Ferdan Ergut da ilk demeci ve 13 Mayıs yazısında, benim “iddia”larımın olgusal temelini “zayıf” bulmuş. Oysa mesele benim iddialarım değil; asıl, 1 Mayıs’ta “devlet tertibi” iddialardan ibaret. Ferdan Ergut’un da dâhil olduğu görece genç nesillerin dinleye dinleye oturmuş kanıt sandıkları, kanıt filân değil. “Tertip” anlatısının nereden çıkıp nasıl yerleştirilmiş olduğunu hiç düşünmemiş kişiler olarak, dar görüşlü, kısa vâdeli refleksler gösteriyorlar.
Fakat herhalde bu tavrın en aşırı örneği Nabi Yağcı olsa gerek. Ümit Kıvanç’ın değil ama Nabi Yağcı’nın Taraf’tan ayrılmasını, açık söyleyeyim, öfkeli bir tepki olarak görmüyor; “üzgün”lüğünü samimi bulmuyor; hele TKP ve DİSK’in haksız yere eleştirildiğini gerekçe göstermesinin, eski TKP çevrelerine yönelik, politik bir oyuna işaret ettiğini düşünüyorum. Buna bu dizinin sonunda tekrar değinebilirim.
Şimdilik derdim sadece şu : benim de ilk konuştuğum, Belkıs Kılıçkaya’nın “Doğru Açı” programına 10 Mayıs Perşembe günü Nabi Yağcı katılmış ve başka şeylerin yanı sıra şunu da söylemiş : “1 Mayıs 1977 üzerine devleti aklayan tek bir belge sunulmadı” (Habertürk TV video’su artı Sesonline.net özeti). Şaştım kaldım. Tertipsizliğin belgesi olur mu allah aşkına ? Yıllar yılı, Ermeni soykırımını inkâr eden Türk milliyetçileri tutturdu, hani belge diye. Onları kastettiği çok özel bir şeydi; bize sadece Osmanlı arşivlerinden direkt, açık katliam talimatı gösterin, başka hiçbir şeyi kabul etmeyiz demeye getiriyor; bir yığın başka kanıt türünü yok sayıyorlardı. Şimdi Nabi Yağcı tutturmuş, devleti aklayacak belge nerede diye ! Ne istiyorsunuz, vallahi de billahi de biz yapmadık diye bir MİT veya Kontrgerilla raporu çıkmasını mı ? İyi de, çıktı diyelim; inanacak mısınız ?
Başka yerlerde, dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Namık Kemal Ersun’un emekliye ayrılmasını dahi kanıt gösterenler var : 1 Mayıs tertip değildiyse neden emekliye ayrılsınmış ?! Emekliye ayrılmış, demek ki tertipmiş ! Benden kanıt isteyenlerin kanıt diye gidip neye sarıldığına bakın. Komik oluyor.
Bırakalım, bu gibi lâf yetiştirmeleri. Esas sorun, bir kere daha şu : “Devlet tertibi”ne dayanak yapılan, benim “dışarıdan saldırı” dediğim varyant, temelsiz ve sakat. Bir kısmı, olgu bile değil; nâmevcut. Bir kısmı bir hafıza trükü; tekrar yoluyla kendini ikna. Bir kısmı da polisin zihniyeti ve şiddetine kanıt –ama planlı bir tertibe değil. Alt alta koyup topluyorsun; bir tertip çıkmıyor. It just doesn’t add up. Şimdi bunu bir kere daha, bu Cumartesi’den sonra bazı “asimetrik” tanıklıklara da başvurarak anlatmayı deneyeceğim.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.