İlker Başbuğ’un tahliyesi epeyce dramatik oldu. Laik kesimin Türkiye’den bihaber olan ama kendilerini bu ülkenin sahibi hisseden insanları, bu adımın atılmasıyla rahatladılar.
Devletin kendilerine karşı bir haksızlık yapması fikrine o denli uzaktılar ki, herhalde bu dönemi bir daha tekrarlanmayacak bir kâbus olarak bir an önce unutmak isteyeceklerdir. Ne var ki Kürtler fazlasıyla uzun bir süreden beri bu kâbusu ‘normal hayat’ olarak yaşıyorlar. Mağduriyetin en uç noktası ise ağır hastalıkları olan mahkûmlar. Bu kişilerin örgüt üyesi olup olmamaları, neyle suçlandıkları önemli değil. Yıllara yayılmış, bitmeyen, sürekli bir işkence sürecinin içindeler. Sistem bu kişilere insan muamelesi yapmıyor. Onlar ise alıp verdikleri her nefeste kendilerinin ve herkesin ‘insan’ olduğunu hatırlamaya ve bunu ifade etmeye çalışıyorlar.
Tahliye sonrası Başbuğ, tutuklu olan hasta arkadaşlarının adlarını saydı ve yargıyı insanlığa davet etti. Yargıçların kasten insanlık dışı davrandıklarını söyledi… Ben de size ‘benzer’ bir hikâye anlatayım.
Halil Güneş, halen Diyarbakır Cezaevi’nde mahkûm. Belki de ülkenin en insanî cezaevinde… Ama onun durumunda cezaevi en üst insanî konuma bile ulaşsa çaresiz kalınırdı. Çünkü Güneş’in karşısında bu konulardan nasibini almakta zorlanan bir bürokrasi, yargı mekanizması ve adalet anlayışı var. Halil Güneş, 1989 yılında 21 yaşındayken PKK’ya katılmış, 1993’te bir pusuda yakalanmış ve ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm olmuş. Kafası berrak, entelektüel düzeyi yüksek, meselelere çarpıcı bir nesnellikle bakabilen biri… Çözüm için karşılıklı olarak siyasi aktörlerde var olan psikolojik eşiğin aşılması gerektiğini, her iki tarafın da kolayca yanlış bir tutum sergilemeye meylettiklerini vurguluyor. Devlette Kürtlere yönelik dışlayıcı bakışın devam etmesi halinde genç neslin daha da duygusal ve milliyetçi hale geleceğini, provokasyonlara açık olabilecek bu durumun eski kuşakların sağduyulu yönetimini zora sokabileceğini söylüyor. Uluslararası güçlerin milliyetçi bir Kürt hareketini tercih edebileceğinin, o nedenle bugünkü fırsatın iyi kullanılması gerektiğinin altını çiziyor. “Barış, savaştan çok daha zor… Savaşı zihnimizden çıkarıp atmak istiyoruz.” diyor. ‘Liberallerin’ niye savaşmıyorsunuz diye bastırmasından söz ederken de, muhatap olunan bu soruyu “O kadar saf değiliz.” diye cevaplıyor.
Bunları, Halil Güneş’i ‘kendisi’ olarak tanıyabilmemiz için yazdım. Eğer serbest olsaydı çözüm ve barış sürecinin binlerce ‘adsız’ kahramanından biri olabilirdi. Öte yandan Güneş’in bir yönü daha var: Yakalandıktan sonra Elazığ Cezaevi’nde itirafçılığa zorlanmış, kabul etmeyince burnu, çenesi ve 20 küsur dişi tek seferde kırılmış. Ölüm orucuna yatınca da Ulucanlar Cezaevi’ne sevk edilmiş. Oradaki katliamda kafasına ağır bir darbe almış. Sonraki dönemde protesto amacıyla çeşitli nedenlerle ölüm orucuna girmiş… Halil Güneş’e baktığınızda sağlıklı bir insan görüyorsunuz. Oysa kaburgalarından üçü işkence nedeniyle ufalanıp gitmiş, şimdi kaburga büyümesi yaşıyor. Başına aldığı darbe nedeniyle beyin travması ve epilepsisi var. Göğsünde açık bir yara, iki ciğerinde üç nodül bulunuyor. Ayrıca kemik erimesi yaşıyor ve kemik kanseri. Belki eklemek gereksiz ama yakalandığında hiçbir hastalığı yokmuş… Urfa’dayken Sema Pişkinsüt başkanlığındaki heyet onu ‘bok’ çukurundan çıkardıklarında ise kulakları ve dudakları fareler tarafından yenmiş haldeymiş. Bunları yazmak için kendisinden izin istemedim, çünkü vermeyebilirdi…
Bugün cezaevlerinde kabaca on bin Kürt bulunuyor ve bunların yaklaşık beş yüzü hasta. Yüze yakını ise ağır hasta. Güneş’in tahliye için müracaatları henüz netice vermiş değil. Dosya Yargıtay’da… İlginç olan, kendisiyle tıpatıp aynı durumda olan birinin aynı mahkeme tarafından tahliye edilmiş olması.
Bu tablo bir bütün olarak yargının ‘adalet’ değil, açıkça ayrımcılık müessesesi olarak işlev gördüğünü, insanlık ve vicdanın ise ideolojik bir perdenin ardında yitip gittiğini gösteriyor. Düşünün ki halen Diyarbakır Cezaevi’ndeki konuşma zorluğu çeken, çevresindekileri zor tanıyan, yemeğini yemek için başkasına muhtaç olan bir mahkûm bile tahliye edilmiyor. Mahkemenin makbul bulduğu değerlendirmeye göre, kendisi tehlike arz etmiyormuş ama tahliye olduğunda propagandaya alet edilebilirmiş…
Başbuğ’un şikâyetçi olduğu insaniyet eksikliği, kendisinin sandığından çok daha derin boyutlarda. Bunda suçu olmayan tek bir kişi bile yok ama yönetimde payı olmuş olanların sırtındaki vebal şimdiki ‘insanlık’ arayışını epeyce patetik hale getiriyor.
EDİTÖRÜN NOTU: Etyen Mahçupyan’ın dünkü yazısının spotu, önceki günlerden kalma başka bir yazarın spotu ile karışmıştır. Yazardan ve okurlardan özür dileriz.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.