Bir yanda iyi niyetler, diğer yanda sosyal ve tarihsel pratik. Peki ama, insanların içinden ne geçtiğini kim, nasıl bilecek ? Kitlesellik iddiası taşıyan bir siyasal düşünce, öznel özlemlere dayandırılabilir mi ?
Yıllar önce Toledo’daydım. Özel bir vakfın düzenlediği, Batı ve İslâmiyet konulu bir kapalı devre atölye çalışması vardı. Petrol zengini bir Arap ülkesinin, sanırım Avrupa’da İslâmî bir eğitim kurumunun başında bulunan genç bir prensi uzun bir konuşma yaptı; özetle, “benim inancım da sizinki kadar geçerlidir; siz bunu tanımak zorundasınız” dedi. Ünlü Suriyeli felsefe profesörü Sadık el-Azm da buna, “önemli olan, sizin taşıdığınız inanç değil, bu inançla ne yaptığınız; daha doğrusu, bu inancınızla birlikte, başkalarıyla, faraza bu inancı taşımayanlarla ne gibi ortak pratiklere girdiğiniz (girip giremediğiniz), bu pratiklerin kurallarında anlaşıp anlaşamadığınız” gibi bir cevap verdi.
2009 sonu ve 2010 başlarında, Taraf’ta kısa süreli bir başka İslâmiyet tartışması oldu. Roni Margulies, Yıldıray Oğur, Ahmet Altan İslâmiyete inanılmaz krediler açtılar. “Gerçek” Müslümanlıkla milliyetçilik asla bağdaşmaz dediler. Margulies “Türkiye’de azınlıklara karşı yapılan barbarlıkların” tek birinin bile İslâm adına yapılmadığını, “hiçbir Ermeni ve Rumun arkasından Allahüekber diye bağrılmadığını” dahi iddia etti (2 Aralık 2009). Salladı yani. Bu bir masal; tek tek araştırdın mı bütün olayları, hepsinde vardın da fotoğraf mı çektin, teype mi aldın, nereden biliyorsun diye sordum (hiç ses çıkmadı). İki yazı yazdım, biri Âkif’in İttihatçılığına, hattâ Teşkilât-ı Mahsusa’cılığına dikkat çeken (2 Ocak), diğeri “Bitmeyen özcülüğü” eleştiren (27 Mart 2010). Kısmî bir yanıt o sırada Taraf’ta yazan Leylâ İpekçi’den geldi (30 Mart : Milliyetçilik mümin kalbin neresinde). Vakit olmadı, bir türlü kısa bir not düşemedim. Yapabilseydim, Sadık el-Azm’ı tekrarlayacaktım : Kusura bakmayın, ben hiçbir Müslümanın “mümin kalbi”ni, sırf onun inancı temelinde, “işte asıl Müslümanlık” diye kabul edemem, genelleyemem. İslâma ancak tarihsel İslâm olarak, olanca somutluğu içinde, hiçbir varyantını diğerlerinden daha az veya çok otantik saymaksızın yaklaşabilirim.
Aynı şekilde, sosyalizm ve/ya komünizm kavramlarına da, bir zamanlar Murat’ın veya benim gönlümüzden geçmiş, ya da halen Nabi Yağcı ve Roni Margulies’in kafasında varolan özel sübjektivite açısından değil, ancak tarihî bir vakıa olarak bakabilir, bunu tartışabilirim.
Şimdi bütün bunlardan önümüzdeki somut tartışmaya dönersek, (c) Murat’ın ardından Margulies de bana iki cevap döşenmiş (30 Kasım : Niye hâlâ sosyalistim ve 3 Aralık : Ey meydan). Başlıca şu noktalar dikkat çekiyor :
Birincisi, Murat gibi fakat çok daha aşırı ve iddialı bir şekilde, Margulies de bizi sosyalist yapan idealleri öne çıkarmakta. İlk yazısının başına İngiliz kamu sektörü işçilerinin bir bildirisini, ikinci yazısının sonuna Mısır’dan Ey meydan şarkısını almış. Her ikisi de halkın, işçilerin statükoya tepkisini dile getiriyor. Çalışanların kendi hayatlarını ve toplumu yönettiği eşit ve adil bir toplum isteği; “millî” olan hiçbir şeyin ilgisini çekmemesi; toplumun silah ve şiddet yoluyla değil (altını ben çizdim) ancak büyük emekçi kitlelerin kendi kitlesel eylemleri yoluyla değişebileceğine inanmak –hepsine katılırım. Dünya çapında benzersiz bir anti-kapitalizm dalgasının geldiğini ise çok abartılı buluyorum. Orası, Roni Margulies’in heyecanlı ayaklanmacılığını (insurrectionism) yansıtıyor. Ama bu bir yana; ben de insanlığın özgürlük ve sosyal adalet özlemleri derken, aynı çıkış noktalarını kastediyor(d)um.
Dolayısıyla bende de, Murat’ta da, Roni Margulies’te de, yeryüzündeki haksızlık ve eşitsizliklere benzer bir reaksiyon var (diyelim). Ne ki, Murat’tan da daha problemli bir şekilde Margulies, ben bu yüzden hâlâ sosyalistim diye kestirip atıyor. Başka bir deyişle, ona göre bu tepki ve istemler, sosyalizmi tanımlamaya ve gelecekteki, daha âdil bir düzeni sosyalizm olarak düşünüp sunmaya yetiyor. Ey meydan yazısında sosyalizm için “eşit, adil, sömürüsüz ve sınıfsız bir toplum hayali” demiş. Sırf bu ibare bile, neyi neye eşitlediğini apaçık ortaya koyuyor.
Ben bunun toplumsal gerçeklikle en ufak, ama en ufak bir ilgisi olmadığı kanısındayım. Margulies biraz 19. yüzyılda, faraza 1848’de kalmışa benziyor, çünkü ancak sosyalizmin hiç yaşanmadığı o çağda, sırf mevcut kapitalizme karşı olmak, sosyalist olmaya yetebilirdi. Oysa bugün sosyalist olup olmamak, sadece veya öncelikle kapitalizme bakarak değil, öncelikle yaşanmış sosyalizm-komünizm deneyimine bakarak tanımlanabilir.
Margulies’in buna bir tür cevabı yok değil. Ama ne cevap ! Sosyalizmin tarihsel gerçekliği hakkında hiçbir şey söylemiyor. Daha doğrusu, Troçkizmin teorisist idealizm lüksüne sığınıp, söylemeyi reddediyor. Sovyetler Birliği, Çin ve diğer sosyalist ülkeleri hiçbir zaman sosyalist olarak tanımamış. Bunları sosyalist görenlerin “bahtsız”lığı onu hiç ilgilendirmiyormuş. Roni Margulies’in bu ifadelerinde kibirli, demagojik bir gıcıklık da var. Geçelim. Önemli olan şu : (gerçek) sosyalizm öyle bir şey ki, hiç olmamış, dolayısıyla ne olduğunu da bilmiyoruz –ama gene de bizim “hâlâ sosyalist” olmamızı haklı kılıyor.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.