Bir ülkenin aydınları, entelektüelleri, sanatçıları, bilim insanları o ülkenin vicdanıdır derler.
Bu doğruysa, en önemli, en hayati tarihî kavşak noktalarında, tarihe kayıt düşmek de onlardan beklenir.
Tevazuya gerek yok, bu yazıyı bu niyetle yazılmış bir yazı olarak da okuyabilirsiniz.
Kırkı yıldan fazla bir zamandır Kürt halkının talepleriyle, siyasetiyle iç içeyim.
Kürtlerin, 70’li yıllardan bu yana verdiği mücadelenin pasif bir izleyicisi olmadım hiç.
Genellikle bilinçli tercihlerle, bazen de aklımdan dahi geçmeyen olayların gelip beni bulmasıyla, kendimi henüz tam olarak yazılmamış; sanatı, edebiyatı yapılmamış bir tarihin içine sürüklenmiş olarak buldum.
Binlerce, on binlerce insan gibi..
Dağda vurulan askere de ağladım, dağda vurulan gerillaya da.
Kırk yıldır bitmiyor ve bitecek gibi de görünmüyor bu savaş.
Dağlarda operasyon, ovada operasyon.
Cenazeler, tutuklamalar, cezaevi yangınları, ölümler.
Elli bin ölü var geride.
Onurları sonsuza kadar kırılmış insanlar var.
Büyük kentlerde, kriminal suçlar söz konusu olduğunda, ismi ilk akla gelen, ulusal gururu her defasında ayaklar altına alınmış bir halk var.
Parlamentoya girmek için yirmi yıl beklemiş, şimdi de sokak gösterilerinde tartaklanan, vurulan, yaralanan, hapishanelerde tutulan BDP’li vekiller var.
Bir tarafın şiddetini alabildiğine eleştirmek, ama bir tarafın şiddetini meşru görmek, tarihe kayıt düşmek isteyen insanların elini kolunu bağlıyor.
Kürt gençlerine dönüp, “Kürdistan saçınızın bir telinden bile daha değerli değildir” diyen Kürt aydınları hain sayılıyor, ama o gençlere, “savaşmaktan başka çareniz yok” diyenler Diyarbakır sokaklarında kahramanlar gibi dolaşıyor.
AK Parti ve Başbakan’ın Kürt sorununu çözme gayretini gören ve kendi siyasi oyun denklemlerini, bütünüyle Kürt sorununun çözümsüz kalması üzerine kuran iç-dış güç odakları, bana kalırsa önemli bir başarıya imza attılar:
Kürt siyasetini uzlaşma ve diyalog zemininde değil, çatışma ve muhalefet zemininde tutmak.
PKK ve BDP’yi yönetenlerin izlediği siyaset bu çevrelerin siyasetiyle çatışmadı ve uyum gösterdi.
Doğru, Oslo’yu da istedi bu siyaset ve hâlâ da istiyor gibi görünüyor.
Çünkü Öcalan’la ve Kandil’le müzakereler yürütmek gibi siyasi bir irade göstermiş bir hükümete kayıtsız kalmak, Kürt halkına ve bu sorunla alakalı kamuoyuna kolayca izah edilecek bir durum değildi.
Silvan’dan sonra hükümet güvenlik ağırlıklı bir anlayışı benimsedi, bu da doğru. Ama bu anlayışın benimsenmesi Silvan saldırısı nedeniyle oldu.
Bugün artık, hükümetin yeni bir stratejiye geçmesi, talep edildiği üzere “Oslo sürecine dönülmesi” önemli oranda PKK ve BDP’nin izleyeceği politikaya ve bu politikanın netleşmesine bağlı.
Maalesef kısa vadede bu politik tercihlerde herhangi bir değişim ihtimali görünmüyor.
“Sezgileriniz” onu anlamaya yeter veya yetmez, ama PKK bugün savaşmak istiyor.
Ve bu isteği “barış için bu kadar ihtimaller ve emareler varken, PKK’den aldığı tehditler nedeniyle özellikle PKK’yle barış olmasın diye çırpınıp duran Orhan Miroğlu” değil, Duran Kalkan ve bütün Kandil kadrosu hep beraber dile getiriyor.
Barış yapmak istediğiniz bir güç, müzakere sürecinde olunmadığını ilan ediyor ve sizi silah zoruyla ikna edeceğine veya “dize getireceğine” inanıyorsa, olacak hâl, şimdi içinde bulunduğumuz hâldir:
Kürtler ebediyen muhalefette kalsın.
Dağda ölsünler, öldürsünler, milletvekilleri polis darbeleri altında yerlerde sürüklensin..
Böylece, AK Parti “içinden çatlasın”, zaten Kürt ayaklanması da çok yakın, “Kürtlerin yarısı silahlı ayaklanmaya hazır!.”
Bütün mesele geri kalan Kürtleri ikna etmek ve Türk halkına da AKP zulmü altında olan bir halkın silahlı ayaklanmaya hakkı olduğunu göstermek!
Bu temel stratejiyi, ola ki kişisel birtakım tercihler ve öfkeyle veya sağlam bir İttihatçı gelecek tahayyülüyle hayata geçirenler bu tarz-ı siyaseti, AK Parti’den ve Başbakan Erdoğan’dan kurtulmanın yegâne yolu gibi görenler Türkiye’ye ve her iki halka haksızlık ediyorlar.
Bu fikrin ve stratejinin asıl mimarları şimdi Silivri’deler.
Ve biz Silivri’ye tıkılan ihanetin boyutlarını bütün çıplaklığıyla biliyoruz artık.
%58, % 50’nin safında olan herkes biliyor.
Ama birileri de, İttihatçıların değirmenine nasıl su taşıdı, taşımaya devam ediyor, bu tutumun
sonuçları ne oldu onu da biliyoruz.
PKK şiddetine sırf AKP karşıtlığı nedeniyle hesapsız bir tolerans sunulmasaydı, Türkiye bu “hâl”de mi olurdu?
AKP’yi normal yollardan deviremeyenler, AKP’yi devirmek için şimdi de Kürt halkının topluca isyan etmesinden medet umanlar, bugün eğer CHP iktidarda olsa PKK’nin savaşma arzusunu bu kadar es geçerler miydi?
Bu savaş görüntülerinin, bu fikirsel kaosun ortasında, Kürt ve Türk aydınlarının biraz daha etkisiz kaldığını, görmemek mümkün değil.
Ama işte tam da bu zamanlarda değil midir, bir aydının inandığı şeyi söylemesi?
Tam da bu zamanlarda değil midir, bir aydının, “tarihe kayıt düşmesi”?
Tarihe kayıt düşmek, 21. yüzyılın Türkiye’sinde isyan çağrıları yapmaktan değil, Leyla Zana’nın aynen dediği gibi “PKK’nin silahlı mücadele konusunda yeni bir muhasebe yapmasını” talep etmekten geçiyor.
Ve yine Zana’nın söylediği gibi, AK Parti ve Başbakan’ın çözüm için bir şans olduğunu anlamaktan geçiyor.
Yeteri kadar mağdur olmuş, ödemediği bedel kalmamış bir halkı isyana çağıran yazılar yazmak kolay, bu yazılar şu ulusal psikolojilerin belirlediği etnik hınç ve nefret ortamında, muhtemelen elden ele de dolaşıyor olabilir ama cesaretiniz varsa, gelin de PKK’den kayıtsız şartsız silahlı mücadeleyi bırakmasını isteyin.
21. yüzyılın Türkiye’sinde, Kürt sorununun çözümünden yanaysanız, tarihe kayıt düşmenin başka yolu yok çünkü.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.