Siyasetin devlete tabi olduğu bir gelenekten kopmak resmi tarihi aşmaktır. Örneğin, Osmanlı’nın niye kendini reforme edemediğini anlarsak, belki bugünkü benzer sorunları daha iyi kavrayabilmemiz ve aşmamız mümkün olabilir. Geçmişi değiştiremiyoruz, tarihçilerin dışında, tabii ki. Tarih, tarihçinin yazdığıdır. Bugün ise yarının tarihidir. Klişelerden, dogmalardan anlamlı bir gelecek yaratılmıyor. Tarihe kuş bakışı bir göz attığımızda, Avrupa’yı ilk ziyaret eden Abdülaziz’in bir süre Batılılaşmayı benimsemesi, sonra da Rus mutlak monarşisine sempati duymasının yarattığı gelgitler belki tanıdık gelebilir. Cumhuriyet’in dışında kalanlara siyaset yasağı getirmesinden bugüne ne değişti sorusunu da sorabiliriz. 1925’de şapka kanununa, saltanat ve hilafetin kaldırılmasından daha fazla tepki gelmesi, Diyanet’in daha sonra “şapka ile namaz kılınabilir,” fetvasının komedisi ilgimizi çekebilir. 1923’de kurulan Kadınlar Halk Fırkası’nın valilik tarafından gereksiz bulunarak kapatılmasının derin anlamı üzerine düşünebiliriz. Ekim 1919’da Amasya protokolunda kırım suçlarının yargılanması hükmü de belki şaşırtıcı gelebilir. Balkan Savaşı’nda Edirne’ye asker sevkiyatı güçlüğü yaşanırken, ancak Doğu gönüllüleriyle şehrin geri alındığını, Kürtlere saldırmayı marifet bilen kaç milliyetçi genç farkındadır?
Paris Komünü’ne katılan Mehmet, Reşat ve Nuri beyleri kaçımız bilir? Ya da Namık Kemal’in İbret gazetesinde Komünü savunduğunu? İlk manifestonun Ermenice basıldığını, Tanin gazetesinin 1917 devrimini “Avam işi azıttı” diye verdiğini?
Bugün İttihat Terakki diktatörlüğünü savunanlar, grevleri nasıl bozguna uğrattığından ve bastırdığından haberleri olmuş mudur acaba? Osmanlı Sosyalist Fırkası’nı kapatan ve Mustafa Suphi’yi sürgüne yollayanın da İttihat-Terakki olduğunu bilirler mi?
Soruları çeşitlendirerek uzatabiliriz; 1923 1 Mayısı’nda işçilerin Meclis’e yürüdüğünü, TKP- 1929 davasının ağır sonuçlarını, Halk İştirakiyun Partisi’nin ileri gelenlerinin ağır cezalara çarptırıldığını, Mustafa Kemal’in ilk kurduğu parti olan Komünist partisini 3. Enternasyonal’in kabul etmeme gerekçesini, Sivas Kongresi’ne niçin sadece 38 kişinin katıldığını, Söylev’de Sovyet yardımından neden hiç bahsedilmediğini, Mustafa Kemal’in Ali Fuat’a yazdığı mektupta “Birinci tehlike olarak Mustafa Suphi’yi gördüğünü,” Mustafa Suphi’nin Anadolu’ya adım attıktan sonra gelişen her olayın Mustafa Kemal’e valilerce detaylı bilgisinin verildiğini, telgrafla “uygundur” yanıtının alındığını, Suphilerin öldürülmesinin hemen sonrası Sovyetlerle yapılan anlaşmada, bir daha “karşılıklı yıkıcı propaganda yapılmayacağının” taahhüt edildiğini, Latife Hanımêın Troçki’nin kız kardeşi Olga Davidovna Kamaneva ile mektuplaştığını, Marx’ın kızı Magdeleine Marx’ın Ankara’daki yoğun anti sol havadan nasıl acıyla etkilenerek yazdığını, Lenin’e, (bugün de hepimize çok tanıdık gelen) “Önce modernleşelim, çağdaşlaşalım, sonra sosyalizmle ve sınıfsal meselelerle ilgileniriz” denilince, “Gelin o zaman gelişmenin önünde engel olan toprak ağalarını ve burjuvaziyi devirelim,” diye yanıtladığını vb., gerçekleri özellikle genç arkadaşlarımızın ne kadarı bilir, ya da benzer soruların yanıtlarını merak eder? Bugüne hiç değinmiyorum, henüz daha dünü soğukkanlı değerlendiremeyenlerin, bugünü algılamaları ve analiz etmeleri çok daha zor. Kriz de zaten teori ile pratik arasındaki yarılmanın adı değil midir? “Bir düştüğün yerden bir daha düşersen, bil ki kabahat senindir” demiş haklı olarak Publilius.
Sevgili dostlar, damdan bu kaçıncı düşüşümüz, hâlâ niye inatla çatıya çıkıp, yine yere çakılmakta bu kadar ısrarcı olabiliyoruz? Temel’in yere çakılınca “Ne oldu?” diye yanına koşanlara, “Valla bilmiyorum, ben de şimdi yeni geldim!” demesi gibi, niye bu memlekete yeni gelmiş gibi davranmakta ısrarcıyız böyle? Tarihimizden, yurttaşımızdan ve bu toprakların canından ve nabzından uzaklaştığımız için olmasın?
Not: Beni mazur görürseniz, üzüm asması dikmek için sizden biraz mola istiyorum.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.