Halil Berktay Hoca, son Taraf yazısını “Benim Asklepios’a bir horoz borcum da yok” diye bitirmiş.
Sokrates, hakkında idam kararı verilince, “Benim Asklepios’a bir horoz borcum var, onu da halledin” mealinde sözler ediyordu.
Sokrates’in bu sözlerini, yıllar önce, iyice ham hışırken, bilgiyi hırsla, daha fazla edinilmesi gereken bir ‘güç’ aracı zannederken de okumuştum. Ancak, birkaç ay önce, Michel Foucault’nun bu sözlerde sorguladıkları, bende bambaşka çağrışımlar yaptı.
Sokrates’in “horoz borcu” olarak kastettiği, tanrılara adanacak bir kurbandı; filozof, ölüm kararına, “kurtuldum sizden” diye teşekkür mü ediyordu?
Foucault’nun tezi, bunun böyle olmadığı, aksine, Sokrates’in, sürekli olarak anlamaya çalıştığı, karamsar gözüken sorgulayıcı tutumunun arkasında ışıldayan büyük bir merak ve heyecanla, tutkuyla bağlandığı bu hayata, ölüme giderken hayal kırıklığı içinde, “batsın bu dünya” diye lanet etmediğiydi.
Eleştiri umuttur
Sorgulamak, eleştirmek, “daha iyi olabileceği” inancını da içinde taşımaktır aslında.
Türkiye’de eleştiri, saldırgan, sert ve nefret dolu, neredeyse şehvetle, karşısındakini zehirli yılanların çatal diliyle sokarak adeta yok etmek için yapıldığı için çoğu zaman, ‘kötü’ bir şey gibi algılanıyor. Oysa eleştiri, düşüncenin, dolayısıyla da insan olmanın temeli, en doğal hâli.
Eleştiri, insanın evvela kendisinden başlayan, en önce, kendisini tartıya vurduğu, dolayısıyla da, en başta kendisinin kusurlarını, eksiklerini görerek, varlığını her gün yeniden yarattığı bir arayış hâli.
19. yüzyıldan beri, en başta aydınlar olmak üzere, İstanbul başta, bu coğrafyanın merkezlerini saran “bu vatan nasıl kurtulur” hâlleriyse, ‘gerçek eleştiriye’, aslında, karmaşıklığı ve meşakkati nedeniyle alerji duyuyor, ince eleyip sık dokuyup yeniden örmeye de. Yıkıp yeniden inşa etme arzusunun aceleciliğine, tahammülsüzlüğüne ve kolaycılığına sahip.
Bu düşüncenin arka planında, üzerine kafa yorulmuş sağlam bir ilke ve tutumlar çerçevesi, ahlaki ve vicdanı bütünlük yok; devleti ele geçirip, kendi mükemmel ‘kurtarma’ projesine göre yeniden kurgulama kaygısı ve hedefe odaklı müthiş bir adanmışlık, “misyon” duygusu var.
Jeanne d’Arc sendromu
3 Aralık 2010’da, Taraf’ta yayımlanan bu başlıklı yazımda; “Misyon duygusu” insana, “Jeanne d’Arc sendromuna” yakalanmış bir gazetecilik anlayışını çağrıştırıyor. Yani, bilgiye ulaşmak için her yol mubah mı? Bilginin her türü evla mı?
“O zaman gazeteciler, sistemin kusurlarını tamir etmekle görevli ‘filozof krallar’ mı, yoksa olayların olabildiğince çok detayı ve yönünü yansıtmakla görevli aynalar mı?” diyordum.
2007’de Taraf ile yoluma başlarken, askerî vesayetin gözü pek bir mücadele ile yok edilmesi gerektiğine inanan, başta bu motivasyon ile kendi ahlak ve adalet yargılarımın başkaları tarafından kabul görmesi gerektiğine inanan biriydim. Benden zerre kadar farklı düşünenin eleştirisine katlanamıyordum; bu ülke, kendi iyiliği için acilen, ben ve benim gibi düşünenlerin yeniden şekillendirmesi gereken bir savaş alanıydı.
Ben değiştim.
Artık, okuyucunun ve bu toplumun, dünyada birçok insanın benden daha zeki ve manen daha zengin olduğuna inanıyorum.
“Yazıya olan tutkusu nedeniyle kaderi yazı tarafından yazılmış” biri olarak, başkalarıyla dalga boyu tutturarak, okumaya, öğrenmeye, beraber düşünmeye, farklılıklardan yeni anlamlar üretmeye çalışıyorum.
Ben, “vatan kurtaran aslan” değilim; belki, bugüne kadar sürekli ‘kurtarılmasak’ daha insanca bir ortamımız olmuş olacağını düşünüyorum.
Taraf, en baştan beri, büyük adaletsizliklere sahne oldu.
Maaşsızlık, haksızlıklar ve kişisel çatışmalar, bir de “misyon” duygusuyla birleşince, bilenerek sirkeleşip, intikamcı öfkeye dönüşebiliyor.
Şimdi de, bol jöleli manifestolarla Taraf’a şık vedalar edildiği sanılırken, geride kalan, kalmak durumunda olan muhabir, editör ve diğer tüm çalışanları da töhmet altında bırakan karalamalar yapılmasından büyük acı duyuyorum.
“Ya bizdensin, ya onlardan” galiba klasik bir Bush/neo-con tavrıydı, değil mi?
Gitmek, terk etmek; onurlu yapılıyorsa bir erdemdir.
Ancak, kalmayı seçen veya buna mecbur olanları da aşağılayan, kendini yüceltmek için başkalarını “darbeci, ulusalcı, barış düşmanı” gibi ağır laflarla damgalayan, kendi ‘kahramanlığını’ yazarken başkalarını ezen tavırlar, erdem değil. “İlk taşı atmak”, herkese nasip değildir; samimiyet ve hesap verebilme cesareti gerektirir.
Bugün de, Taraf’ta olup biten, klasikleşen “Taraf halleri”; hiç öyle ‘operasyon’, ‘komplo’ falan değil. Yanlış yapılanan ve kısıtlı imkânları olan bir gazetenin kendi kendini mahkûm ettiği hatalar zinciri.
Onun için, 1 Mayıs günü yazılan bu yazıda, öncelikle, ismini bile duymadığınız, Taraf’a çok emek veren çalışanlara teşekkür ediyorum. Onlar, ‘iyi’, mütevazı ve her koşulda işini yapan insanlar; darısı tüm yazarların başına.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.