Taksim Gezi Parkı’nda başlayan ve pek çok ile yayılan gösterilerle ilgili izahları iki ana grupta toplamak mümkün.
Bir, kendi doğrularının mutlak doğru olduğuna inanan, tek yanlı düşünenlerin analizi. Bunların içinde; yakıp yıkma eylemlerini, profesyonelce sahnelenen protestoları görmezden gelen, provokatörleri yok sayan, hatta onlara sempati haleleri oluşturmaya çalışanlar var. Bir de, demokratik hakkını kullananları aşağılayan, küçümseyen, onları ötekileştirenler, geniş bir kesimin yaşam tarzı endişelerini hiçe sayanlar var. Her ikisi de yangına körük sallıyorlar. Niyetleri asla üzüm yemek değil… Hele öfke, kin, nefret, hakaret ve küfrü öne çıkaranlar var ki, onlar için “Allah ıslah etsin” duasından başka elimizden bir şey gelmez.
İki, empati yapan, sağduyulu davranan, yangını söndürmeye çalışan ve makule çağrı yapanların analizi. Onlar olan biteni anlamaya çalışıyor, yönetimin hatalarını kabul ediyor, özür diliyor ve çözüm arıyor. Sayın Bahçeli başta, Sayın Kılıçdaroğlu, Sayın Arınç ve Sayın Cumhurbaşkanı Gül gerçekten örnek davranışlar sergiliyorlar.
Kabul etmeliyiz ki ortada hepimizi, ülkemizi ilgilendiren bir zaaf var. Bu yangını sorgulamamız gerekir. Kabahati başkalarında, kendimiz dışında arama kolaylığı, şu saatten sonra bir anlam ifade etmeyeceği gibi bir işe de yaramaz…
Benim Taksim’e dair özetim şöyle:
1. Olayların başlangıcında, demokratik bir hak arama talebi var. Masum ve makul istekler, epey zamandır iktidar tarafından görmezden geliniyor. Onlara kulak verilmiyor, kayıtsız kalınıyor. Bu tavır, kendilerini “laik kesim” olarak kabul eden geniş bir kitleyi ciddi rahatsız ediyor. İktidardakiler, bunu reddetseler de algı böyle. Laik kesimin hassasiyetleri önemsenmeli, onları kucaklayan anlayışa, icraata çok hızlı bir şekilde dönülmelidir.
2. Bu ülke için en büyük tehlike, gerilim ve kutuplaşmadır. Sünni-Alevi, Türk-Kürt, laik- mütedeyyin, hainler-vatanseverler ayrışmaları, bizim potansiyel zaaflarımızdır. Hepimizin duruşumuzu, tavırlarımızı, üslubumuzu gözden geçirmemiz lazım. İster yüzleşme, ister hesaplaşma diyelim, bunu yapmak zorundayız. Israrlar, inatlar, taviz vermeme saplantılarıyla kapıdaki tehlikeyi bertaraf edemeyiz. Bu yüzleşmeyi, sorgulamayı şimdi yapmazsak/yapamazsak –Allah muhafaza- altından kalkamayacağımız belalar bu güzel ülkeye, onun güzel insanlarına ağır faturalar ödetebilir.
3. Taksim olayları bir gerçeği gözümüzün içine soktu. Avrupa Birliği ve ABD başta olmak üzere, yabancı medya, bazı komşular devreye girdiler. Bunu yadırgayabilir, hatta kızabilir, tepki de verebilirsiniz. Ancak küresel bir sistem var ve sizi, size bırakmaya kimsenin niyeti yok. Türkiye’nin kendi değerleri üzerinde ayağa kalkmasını, devletler muvazenesinde denge unsuru olmasını istemeyen çok. Bizim zaaflarımızı kollarlar, kaşırlar, karıştırırlar, kendi hesaplarına göre projeler geliştirirler ve her şeyi değerlendirirler…
4. Yanlışlarımızın, zaaflarımızın içinden çıkmanın bir yolu var; demokraside, demokratikleşmede ısrar etmek. Bu konuda samimiyet, tek çıkış yoludur. Son günlerdeki buluşma ifadesi güzel: Demokrasi seçim değildir, ancak demokrasilerde iktidar seçimle değişir… Demokrasilerde aslolan diyalog, hoşgörü ve uzlaşmadır. Maalesef halen iktidar ve muhalefet arasındaki üslup yanlışlığı önümüzü tıkıyor. Sebebi de aramızdaki sevgi eksikliğidir. Ne olurdu, bizim gibi düşünmeyenleri, bizi eleştirenleri de sevebilsek, sayabilsek. Herkesin konumuna, yürekten saygılı olabilsek...