Meşhur bir hikâye vardır: Şöhret düşkünlerinden birisi, “Acaba ne yapsam da meşhur olsam!” diye günlerce düşünmüş. Aklına iyilikten yana bir fikir gelmemiş; doğrusu, kötülüklere odaklı olduğu için, iyilik adına bir tercihte bulunamamış. Nihayet, İblis, kalbine bir üfürük yollamış; “Git, Müslümanların camisine işe!” demiş. Bu kolay ve masrafsız iş aklına yatmış, aynısını yapmış. İblisi razı etmiş ancak Müslümanlarca lanetle anılmış; görüldüğü her yerde, “Tuh sana! Pis melun!” diye azarlanmış. İsmi, Ne var ki, bizimkinin umurunda mı? Lanetle anıldığı halde, “Oh ne iyi, herkes benden bahsediyor!” demiş, lanetlenmekten haz almıştır. Nede olsa, önemli olan şöhrettir, gerisi teferruat!...
Müslümanların kutsal değerleriyle savaşanlar, bazen doğrudan, bazen de dolaylı saldırırlar. Doğrudan saldırı, değerlerin kendisinedir; dolaylı saldırı ise, o değerlerin koruyucularınadır. Said-i Nursî, bir koruyucudur; “Risale-i Nur Külliyatı”yla İslâmî değerlerin bir paratoneri durumundadır. Hem de çok güçlü bir paratoner... Ayşe Hür Hanım ile Emrah Cilasun Beyefendi’nin Nursî’ye saldırıları, temelde bu paratoneri çökertmeye yöneliktir. İlk makalemde belirttiğim siyasî saiklerin yanı sıra, bu saldırının özünde, materyalist dünya görüşünün, inançlara, hassaten de İslâm’a karşı uzlaşmaz tutumu, iflah olmaz tahammülsüzlüğü yatmaktadır. Ayşe Hür’ün yazıları ve Cilasun’un kitabı bunun tipik örneğidirler.
İslâm’a gözü kapalıca saldıran bu iki yazar, Said-i Nursî hakkında fazlasıyla sığ ve yüzeysel düşünmektedirler. Gönül isterdi ki, sağdan soldan devşirdikleri zayıf, tutarsız ve art niyet kokan bilgisizlik harmanı yerine, güçlü, tutarlı ve objektif yazsaydılar. 28 Şubatçı zihniyetin kuyruğuna takılan “din(cilik) avcıları” ve “mahremiyet röntgencileri” tarzındaki bir yazarlık (Cilasun örneğinde olduğu gibi), çok iğreti durmaktadır. Cilasun ve Ayata’nın sözde çalışmalarını, özel analizlerime ertelerken, şimdilik aynı patentle yazan Ayşe Hür’ün saldırılarına devam edelim:
Kullanılabilir her türlü argümana sarılan Ayşe Hür, yine Cilasun’dan aldığı ilhamla, Said-i Nursî’yi “antisemitik” olmakla suçlamaktadır. Kraldan fazla kralcılığı andıran bir Yahudi aşkıyla tutuşan sayın yazar, Nursî’nin Yahudi zihniyetine dair bazı tespitlerini, “antisemitizm” olarak değerlendirmekte; tarih ve sosyoloji ilminin ırzına geçmektedir. Bir zihniyeti eleştirmek, o zihniyetin sosyal, siyasal yaşamdaki yansımalarını hedeflemek, ne zaman bir ırkın ya da inancın düşmanlığı olmuştur? Antisemitizm ya da Holokost’un müsebbip ve mucidi Müslümanlar değilken, bu çöplüğü onların sokağına dökmek, bir fantezidir; tarihçilik adına gevezeliktir. Sayın Hür’e tavsiyem; bunu, Haçlılardan, Engizisyondan, İngiltere ve İspanya’dan; Nazi Almanyası’ndan sormasıdır! Cevabını onlar versin!
Nursî, Yahudi ve Müşriklerle “Medine Sözleşmesi” imzalamış bir Peygamber’in varisi ve takipçisidir. Yahudiler, Kamu düzenine saygılı davrandıkları sürece, “Zimmi Hukuku”yla yönetilmişler; ne dinlerine, ne de milliyetlerine müdahale edilmemiştir. Buna rağmen, “antisemitizm” denilen Haçlı pisliğini Müslümanların burnu önüne koymak, tipik bir çarpıtma ve saptırmadır. Nursî’den aktarılan cümlelerdeki “Her hükümetin zulmünü gören Yahudiler”, “İntikamlarını almak için” gibi tespitleri anlamadan, salt zihniyet bağlamındaki bir Yahudilik eleştirisi için, “düpedüz antisemitizmdir” demek; tarih ve sosyolojiyi tersten okumaktır; Siyonizm’in fahri avukatlığını yapmaktır...
Hür Hanım, acaba Nursî’nin Yahudilerin “din” ve “milliyet”i hususundaki şu cümlelerinden haberdar mıdır? Bilmiyorum. Ancak, Nursî’den, Yahudilerle alakalı bunca anekdotu aktaran sayın yazarın, haberdar olmamasını mazur görmek mümkün değildir; beşerî zaafına, ya da ideolojik taassubuna kurban giden bu habersizliğini dikkate alarak, biz aktarmış olalım:
“Yahudi milleti hubb-u hayat ve dünyaperestlikte ifrat ettikleri için her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeğe müstahak olmuşlar. Fakat bu Filistin mes'elesinde, hubb-u hayat ve dünyaperestlik hissi değil, belki Enbiya-i Benî İsrailiyenin mezaristanı olan Filistin o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunması cihetiyle bir cihette bir ehemmiyetli hiss-i millî ve dinî olmasından çabuk tokat yemiyorlar. Yoksa koca Arabistan'da az bir zümre hiç dayanamayacaktı, çabuk meskenete girecekti.”(Şualar, 507)
Hür’den, bu cümlelere dikkat etmesini istiyoruz. Nursî’nin, ırk ve inanç bağlamında değil, “hubb-u hayat ve dünyaperstlikte ifrat” noktasında eleştirdiği Yahudilere, bir de bir hak vermesi vardır ki, Hür’ün bütün ezberlerini bozacak niteliktedir. O ise, Yahudilerin, Filistin’e, millî ve dinî his olarak bağlı bulunduklarını; zira bu toprakların kendi milliyetlerinden olan Enbiya-i Beni İsrail’in mezaristanı olduğunu vurgulamış olmasıdır. Bir başka ifadeyle, Yahudilerin de bu topraklarda hak sahibi oldukları ve yegâne çözümün, –aşırı uçlara rağmına– Müslüman ve Yahudi uzlaşmasında yattığını işaret etmesidir.
Yahudiler, ırk olarak –İbranî de olsa– “Ben-i Âdem”, din olarak “Ehl-i Kitap”tırlar. Kitap, Sünnet, Kıyas-ı Fukaha ve İcma-i Ümmet’in programında “lanetli kavim” yoktur; topyekûn düşmanlık ve imha politikaları yaratılış kanunlarıyla(Sünetullah) savaştır; Allah’ın yaratıcılığına itirazdır. Şah, padişah, kral, sultan ve sair İslâm görüntülü muktedirlerin uygulamalarında zulümler olabilir; ancak bunlarla İslâm suçlanamaz. İslâm’ın programında, zulüm, imha ve ifsat yoktur; adalet, ihya ve ıslah vardır; zulüm, ifsat ve imhacılık, acizlerin kârıdır. Bu gerçekliğe rağmen, Said-i Nursî’yi (aslında onun şahsında İslâm’ı) “antisemitizm” üzerinden sorgulamaya kalkışmak, –bana sorarsanız– Siyonizm’in cinayetlerine meşruiyet kazandırma hamleleridir; kurnazca yönlendirmelerdir.
Nursî’nin görüşlerine, Avusturyalı bir çavuşun Yahudi karşıtı kitabını esin kaynağı göstermek; onu “antisemitizm çamuruna bulaşmak”la itham etmek, yazarlık kisvesi altındaki müzmin kindarlık boyutuna delalet eder. Said-i Nursî’nin, ifadeleri arasındaki bağlamı kuramayacak kadar anlama sıkıntısı çeken Sayın Hür ve esin kaynağı Cilasun, sebep-sonuç ilişkisine dikkat yerine, “uydum ideolojime” ön kabulüyle, “bu sözler düpedüz antisemitizmdir” bağnazlığına savrulmaktadırlar. Bu bağlamda, Nursî’nin, Troçki ve Lenin’in şahsında, Rusya’da gerçekleşen değişim-dönüşümlere dair yorumunu düz bir mantıkla, “antisemitizm” diye damgalamakta; bu suçlamayla, “antiislâm”cılıklarını kamufle etmektedirler.
Anlamak ve tanımak yerine yargılama ve suçlamayı tercih eden Ayşe Hür’ü, Nursî’nin, Yahudi zihniyetinin belirli kodlarına işaret eden şu vurgularını anlamasını salık veriyorum: “Her milletten ziyade hırsla dünyaya saldıran”, “her milletten ziyade hırsla dünyaya yapışan ve aşk ile hayat-ı dünyeviyeye bağlanan”, “hazinedarlık ettiği gayr-ı meşru bir servet-i ribâ”, “milletler içinde şiddet-i hırsla meşhur olan”, “ribâ gibi gayr-ı meşru yollarla kazandıkları mal”, “hırs ile, riba ile, hile dolabı ile rızıkları”, “hubb-u hayat ve dünyaperestlikte ifrat”, “her çeşit fesat komitelerine karışan ve her nevi ihtilâlele parmak karıştıran”, vs...
Okuduğunuz gibi, bu ifadelerle, Yahudi ırkına ve dinine değil, zihniyet ve yaptıklarına eleştiri vardır. Gerçek bu iken, zihniyet eleştirisini, “antisemitizm” olarak anlayan Hür’e ne demeli? Onu siz söyleyin! Müslüman oldukları halde, nice hırsız ve arsızlar vardır; bu vasıflarını kınamak, onların dinine ve milliyetine halel getirir mi? Buna, “antiislamizm” denilir mi? Jön Türklerin, İttihatçıların komitacı ve ihtilalci aktörleri, ideologları –ziyadesiyle– Mason ve Yahudi’ydiler; bunları eleştirmeğe, teşhir etmeğe “antisemitizm” denilebilir mi? Demek ortada bir anlama, daha doğrusu çarpıtma sorunu vardır.
Evet, mensubu olduğu din ve kültürel havzadan hicap duyarak, aşağılık kompleksine müptela olan müptezel kişilikler, gittikçe kendi halk ve tarih gerçekliğinden uzaklaşırlar. Derken, garpzadeleşen bu türediler, gün gelir Komünizmin, gün gelir Siyonizm’in, gün gelir bir başka ideolojinin kılıcına sarılır; kendi gerçekliğiyle kavgaya tutuşur. İnanç ve düşünce temelindeki bu harakiri, daha kim bilir nice deforme ve mutasyonel kişilikleri peydahlatacaktır. Bize düşen, “Her giha, li ser koka xwe şîn dibe”(Her bitki, kendi kökleri üzerinde yeşerir) şiarına uymak, tüfeyli tür olmaktan sakınmaktır.
Bir parantez: Saltanatın bütün kusurlarına rağmen, Osmanlı Devleti, İspanya’dan göçertilen Yahudilere sahiplenmiş(II. Bayezid, 1492); merhamet ve himayesine almış ve onları ülkenin en mutena şehirlerine yerleştirmiştir. Saklı eleştirilerimize rağmen, bu sahiplenme, tamamen Osmanlıdaki İslâmî ruh ve anlayışla açıklanabilir. Saltanatçılıkla malul bir Müslümanlık buysa, gerçek İslâm’ı da varsın Yahudilik kılıcını kuşanmış Hür ve Cilasun cevaplasınlar!
Yahudilerin tarihte oynadıkları roller –biz yazmasak da– Ayşe Hür’ün malumudur; hem de fazlasıyla... Yahudilerin zulüm ve entrikaları üzerinden polemiğe girmek de istemiyorum. Siyonizm’in sicili ortadadır; malumu ilama gerek yoktur. Elindeki teknolojik gücü, arkasındaki emperyalist desteği, kimlere karşı, ne şekilde kullandığı bilinmiyor değil. İşte, Sabra, Şatilla, Cenin, Gazze, Ramallah ve daha nice cinayetleri... Biliyorum, ben bunu söylerken, siz kafanızda DAİŞ’i pişirmektesiniz. Bu zehirli menüye karşı, panzehir olarak, “Şiddetin Faturası”, “Emperyalizmin Gayyası: Şiddet” ve “Emperyalizmin Ortadoğu Oyunu” yazılarıma bakılabilir. Buna rağmen, “İlla Yahudilik!” deniliyorsa, “mübarek olsun!” derim. Ancak yazarlığı kirletmeyiniz; sevmeseniz de yalan ve iftiraya etmeyiniz! Düşmanlığın dahi “namuslu” olanı hoştur.
Hür ve Cilasun’u, Paul Findley’in “ABD’de İsrail Lobisi” ile Yakov M. Rabkin’in “Yahudilerin Siyonizm Karşıtlığı” kitaplarına havale ederken, geçiyorum bir diğer tezviratlarına:
Said-i Nursî’yi Yahudi düşmanı gösteren Ayşe Hür ve Cilasun, doğal olarak onu “Almancı” da yapmışlar. Güya Nursî, Birinci Dünya Savaşı’nda Almanları desteklemişmiş... Bu hususta, Hür’e ufak bir meyil atmış, uyarımı yapmıştım. Ancak kendi çalıp kendi oynayanlar, başkalarına karşı ya müstağni ya da şaşıdırlar; bundan olacak ki, lütfedip de bir cevap yazmadılar. Hâlbuki Hür’ün Cilasun’la “al gülüm, ver gülüm”leri malum. Her ne ise...
Nursî’nin medresesindeki mavzerlerine de kafayı takan Hür, kendisi hakkında, “savaşlara girme konusunda ne kadar hevesli olduğu” vurgusunda bulunur. İşte, kafasındaki Nursî algısı!... 87 yıllık ömründe, topu topuna 2 yıllık bir savaş ve o da, Ruslara karşı meşru müdafaa... Ne diyelim? İdeolojik sirayet işte!...
Biz dönelim şu “Almancılık” meselesine. (Ayşe Hanım ve Cilasun’un takıntılarına rağmen, rivayet ve nakilleri es geçiyorum)
Said-i Nursî, İkinci Dünya Savaşı hengâmesinde şöyle der: “Evet, bu zamanda merakla, radyo vasıtasıyla, ciddi, alâkadarane Küre-i Arzdaki boğuşmalara merak edip bakanlar, dikkat edenler, maddi ve mânevi çok zararları vardır. Ya aklını dağıtır, mânevi bir divane olur; ya kalbini dağıtır, mânevi bir dinsiz olur; ya fikrini dağıtır, mânevi bir ecnebi olur.”(Kastamonu Lahikası, s. )
Bir başka yazısında, “Bazen bu harb boğuşmalarını merak ile tâkib eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür. Zulmüne şerik olur.”(Asa-yı Musa, s. 202) Bir başka uyarısında, “Cenab-ı Hak bize nur ve nuranî vazifeyi vermiş; onlara da, zulümlü, zulümatlı oyunları vermiş. Onlar bizden istiğna edip yardım etmedikleri ve elimizdeki kudsî nurlara müşteri olmadıkları halde, biz onların karanlıklı oyunlarına, –vazifemizin zararına– bakmağa tenezzül etmek hatadır. Bize ve merakımıza, dairemiz içindeki ezvak-ı maneviye ve envâr-ı imaniye kâfi ve vâfidir.”(Kastamonu Lahikası, s. 118) demektedir.
Kastamonulu talebelerinden Emin ve Feyzi’nin sorduğu bir suale cevaben; “Bakmakta(II. Cihan Harbi) bir tarafa tarafgirlik hissi uyanır; tarafgir nazarı, taraftar olduğu taraf cereyanın kusurunu görmez, zulmüne rıza gösterir, belki alkışlar. Hâlbuki küfre rıza, küfür olduğu gibi, zulme razı olmak dahi zulümdür. Elbette zemin yüzünde bu dehşetli düelloda, semavatı ağlatacak zulümler ve tahribat oluyor; çok masum ve mazlumların hukukları kayboluyor, mahvoluyor. Mimsiz, gaddar medeniyetin zalimane düsturu olan, ‘Cemaat için ferd feda edilir, milletin selâmeti için cüz'î hukuklara bakılmaz’ diye, öyle dehşetli bir zulüm meydanı açmış ki, kurûn-u ûlâ vahşetlerinde de emsali vuku' bulmamış.
“Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan'ın adalet-i hakikiyesi, bir ferdin hakkını cemaate feda etmez; ‘Hak, haktır; küçüğe büyüğe, aza çoğa bakılmaz’ diye kanun-u semavî ve hakikî adalet noktasında Risale-i Nur şakirdleri gibi hakikat-ı Kur'aniye ile meşgul adamlar, zaruret olmadan lüzumsuz, yalnız hevesli bir merak için, netice itibariyle faidesi bulunan ve netice daha gelmeden evvel lüzumsuz bakmak ve zalimane tahribatlarını alkışlamak suretiyle İslâmiyet ve Kur'an lehine hizmet edeceği o cereyanın harekâtını fikren takib etmekle meşgul olmak münasib olmadığı için; nefis de, akıl ve kalbe tâbi' olup merakını bırakmış diye anladım.”(Kastamonu Lahikası, s. 150)
Bir başka izahı: “(Risale-i Nur şakirdleri tarafından sorulan suale cevaptır)
“Elcevab: إِنَّ الْإِنْسَانَ لَظَلُومٌ (“Şüphesiz insan çok zalimdir”, İbrahim, 34) âyetine en a'zam bir tarzda şimdiki boğuşan insanlar mazhar olmalarından, onlara değil taraftar olmak veya merakla o cereyanları takip etmek ve onların yalan, aldatıcı propagandalarını dinlemek ve müteessirane mücadelelerini seyretmek, belki o acip zulümlere bakmak da caiz değil. Çünkü zulme rıza zulümdür; taraftar olsa, zalim olur. Meyletse وَ لَا تَرْكَنُوا إِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ (“Zalimlere meyletmeyiniz! Yoksa ateş size de dokunur!”, Hud, 113) âyetine mazhar olur.
“Evet, hak ve hakikat ve din ve adalet hesabına olmadığına ve belki inad ve asabiyet-i milliye ve menfaat-i cinsiye ve nefsin enaniyetine dayanan dünyada emsali vuku' bulmayan gaddarane bir zulüm hesabına olduğuna kat'i bir delil şudur ki: Bin masum çoluk-çocuk, ihtiyar, hasta bulunan bir yerde, bir-iki düşman askeri bulunmak bahanesiyle, bombalarla onları mahvetmek ve tabakat-ı beşer cereyanları içinde, burjuvaların en dehşetli müstebitleri ve sosyalistlerin ve Bolşeviklerin en müfritleri olan anarşistlerle ittifak etmek ve binler, milyonlar masumların kanlarını heder etmek ve bütün insanlara zarar olan bu harbi idame ve sulhu reddetmektir...
“İşte böyle hiçbir kanun-u adalete ve insaniyete ve hiçbir düstur-u hakikate ve hukuka muvafık gelmeyen boğuşmalardan, elbette âlem-i İslâm ve Kur'an teberri eder. Yardımcılıklarına tenezzül edip tezellül etmez. Çünkü onlarda öyle dehşetli bir firavunluk bir hodgâmlık hükmediyor; değil Kur'an'a, İslâm'a yardım, belki kendine tâbi' ve âlet etmekle elini uzatır. Öyle zalimlerin kılıçlarına dayanmak, hakkaniyet-i Kur'aniye elbette tenezzül etmez.
“Ve milyonlarla masumların kanıyla yoğrulmuş bir kuvvet yerine, Hâlık-ı Kâinat'ın kudret ve rahmetine dayanmak, ehl-i Kur'an'a farz ve vaciptir. Gerçi zındıka ve dinsizlik, o boğuşanların birisine dayanıp ehl-i diyaneti ezer. O zındıkanın tazyikinden kurtulmak, onun aksi cereyanına taraftar olmak bir çaredir. Fakat şimdiye kadar o taraftarlık, bir menfaat vermeyerek çok zararları dokunmuş. Hem zındıka, nifak hasiyetiyle her tarafa döner. Senin dostunu kendine dost edip, sana düşman eder. Senin taraftarlık cihetiyle kazandığın günahlar, faidesiz boynunda kalır.
“Risale-i Nur şakirdlerinin vazifeleri iman olduğundan, hayat mes'eleleri onları çok alâkadar etmez ve merakla baktırmaz. İşte bu hakikate binaen, değil on üç ay, belki on üç sene (şimdi yedi sene oldu) dahi bakmasam hakkım var. Sizler baktınız, günahlardan başka ne kazandınız? Ben bakmadım, ne kaybettim?”(Kastamonu Lahikası, s. 207-209)
Aktardığım ifadeler, Nursî’nin Kastamonu sürgününde iken, II. Dünya Savaşı’yla ilgili sarf ettiği sözlerdir. Dikkat ederseniz, ne “Alman” ne de “Almancılık” bahsi geçmiyor. Hür’ün, Cilasun’dan ve onun da Merhum Badıllı’dan naklettiği mektupta ise –ki Lahikalarda geçmiyor– Nursî, “kaidemize muhalif olarak bir-iki dakika siyasete bakıp bir-iki kelime beyan ediyorum” demektedir. Devamında, Almanya’dan bahsetmediği gibi (sonradan ilave parantez içi ‘Almanya’ hariç), şartlarla dolu bir ifadeyi sıralamaktadır: “Ne vakit Kur’an’a ve Risale-i Nur’a ve bize ve İslâmlara yardım etse ve Kur’an’ın hakikatine hizmete bilfiil teşebbüs etse, siz de o vakit Kur’an ve Risale-i Nur hesabına onun harekâtına merakla bakabilirsiniz. Yoksa şimdiden tarafgirane bakmakla, tahribatındaki zulümlere hissedar olmak ihtimali var.”
Aklı başında, gözü yerinde ve muhakemesi tam bir insan, bu paragraftan Alman taraftarlığı, hele de Hitlerciliği çıkartabilir mi? “Ne vakit Kur’an’a ve Risale-i Nur’a ve bize ve İslâmlara yardım etse”, “Kur’an hakikatine bilfiil teşebbüs etse” şart cümlelerine dikkat edilsin! Sonra, “Siz de o vakit Kur’an hesabına ve Risale-i Nur hesabına onun harekâtına merakla bakabilirsiniz” tavsiye cümlesi... Nihai hüküm ise, –bütün bu şartlar tahakkuk etmeksizin– “şimdiden tarafgirane bakmakla, tahribatındaki zulümlere hissedar olmak ihtimali var” uyarısıdır. Hakikat-ı hal böyleyken, ideolojik bağnazlık, başka bir pencere açıyor; tersten bir okumayla saptırıcılığı tercih ediyor.
Hür’ün yazısında geçen ve Merhum Badıllı’dan nakledilen dua-mua meselesini, kaale bile almıyorum. Zira konumuz rivayet ve nakiller değil, belgelerdir.
Yine, Hür’ün Cilasun’dan ve onun da Merhum Badıllı’dan naklettiği “...İsevilik dini ve o dinden gelen adat-ı müstemirresini...” diye başlayan uzun paragrafta, asla bir Almancılık kokusu yoktur. Kastamonu Lahikası’ndan alınan bu mektup, aslında bir hadisin (“Hazret-i İsa Aleyhisselâm, Deccal ile mücadelesi zamanında, Hazret-i İsa Aleyhisselâm onu öldüreceği vakitte, on arşın yukarıya atlayıp sonra kılıcı onun dizine yetiştirebilir”) mecaz ifadesine getirdiği bir izahtan başka bir şey değildir; İsevilik şahs-ı manevisi ve inkârcılığı temsil edenlerin maddi-manevi güçlerinin karşılaştırılmasına dair bir yorum... Her aklıselim, bu mektuptan, Almancılığın anlaşılamayacağını rahatlıkla anlar. Ancak, tercihini “İftira” ve “saptırma”dan yana koyanları da zorlayacak değiliz; her kesin dini kendisine. Bize düşen, sadece doğruluktur; doğrudan yana olmak, doğrularla olmak...
Nursî’yi, “kadına bakış” üzerinden de vurmaya kalkışan Hür, konuyu, turnusol kâğıdı olarak değerlendirmekte; bu temelde, Nursî’yi “muhafazakâr mı, mürteci mi” düalizmine tabi tutmaktadır. “Gençlik Rehberi”nden alıntıladığı paragrafın yanı sıra (ki tam bir çeviri fecaati), alıntıların tamamı şaşı bakış ve ideolojik bağnazlıkla vurgulanıp flulaştırılmaya çalışılırmıştır. Alıntıların hiç birinde, kadının cinsiyet ve kişiliği hedef alınmamıştır; aksine, acıma, sahiplenme ve değer verme vardır. Eleştirilen, kadının istismarıdır; isteyerek ya da zorlanarak itildiği alandır; bu alanın müsebbipleridir.
Kusura bakılmasın; uluslararası sömürü ve kapitalizmin kadına biçtiği rolü ve bu role gönüllü eşlik eden kadın tipini eleştirmeyi “mürteci”likle itham eden bir bayan, kadın üzerinden yürütülen fuhuş sektörüne(!)ne ve toplumsal dejenerasyona rıza gösteriyordur.
Kadının kişiliği yerine dişiliğini ön plana çıkartan Kapitalizmin, kadın ve cinsellik üzerinden yürüttüğü savaş ve tahribatı göremeyen bir göz, idrak edemeyen bir akıl, kadının, “anne”, “şefkat kahramanı” ve “cennetin efendisi” payesini kavrayamaz. Kadınların sürüklendiği ya da ettirildiği sefih ve sefilce hayatı hoş görenlere, Nursî’nin kadın yorumu ağır gelir; hazmı zor olur.
Evet; balarısı tezeğe konmaz, mayıs böceği de güle... Nursî, kadını gül bahçesi ve çiçekli alanlara davet eder; biriler ise mezbeleliğe... Kadın, Nursî’nin dilinde “hanım”dır; ona olan hürmetini, “Hanımlar Risalesi”yle taçlandırmıştır. Hanımlar Rsalesi’nden bihaber olan Hür’ü, onu okumaya davet ediyorum. İdeolojik taassup yerine, metodumuz, hür ve azade bir tefekkür olsun...
Bu vesileyle, Ahmet Aytimur Ağabeyime, hizmetinin dakikaları adedince rahmetler diler, ailesine ve bütün sevenlerine sabr-ı cemil temennisinde bulunuyorum. “Bekaya giden yol, fenadan gidiyor.”
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.