Bir önceki yazımda, Said-i Nursî’ye ilişkin olarak “doğrudan” düşmanlık edenlerle “dolaylı” düşmanlardan bahsetmiştim. Doğrudan düşman olanlar, aleyhteki her türlü dokümana sarılır; lehteki hiç bir yazıya iltifat etmezler. Dolaylı düşmanlar ise, lehteki her türlü dokümana sarılır; aleyhteki hiç bir yazıya iltifat etmezler. Ölçü; leh ve aleyhteki bütün argümanları dikkate almak, bunlardan hak ve doğru olanları alıp, hakikatsiz ve saçma olanları sahibine bırakmaktır.
Bilindiği gibi, Said-i Nursî’nin bütün yazdıkları Osmanlıcadır; O, kitaplarını yazarken de, yazdırırken de, Osmanlıca alfabesini(Arapça harfleriyle) kullanmıştır. Gerek kendi yazdıklarını, gerekse talebelerine yazdırdığı eserlerini, bizzat tashih eder(düzeltir); sonrasında, çoğaltılmasını emreder. Kendisine matbaa ve daktilo yasak olduğu gibi, teksir makinası bulundurmalarına da müsaade edilmemiştir. Bırakın gazete ve dergilerle yayın yapmalarını, neredeyse basının tamamı aleyhlerinde kullandırılmıştır. 1950’lerden sonra bazı sağcı-sentezci yayınlar sahip çıkmışlarsa da, biraz da kendi renklerini bulaştırmış; özellikle yeni yazıyla neşredilen kitaplarında “tahrifat” yapmışlardır.
Tahrifat, Said-i Nursî’nin bilmediği ve öğrenmediği “Yeni Huruf” üzerinden icra edilmiştir. Her ne kadar kendisi sık sık, “sıhhatine dikkat edilsin!” demişse de, niyeti sahih olmayan bazı yayıncılar, onun kimi sözlerini değiştirmiş; bazen de ona ait olmayan yazıları ona mal etmek ya da ait olanları kitaplarından çıkartmak ihanetine girişmişlerdir. Bütün bu ve benzeri tahrifat örneklerini önceki yazılarımın birçoğunda –belgeleriyle birlikte– göstermişim. Onlara bakılırsa, ne dediğim daha iyi anlaşılır. Peki, bunu niçin söylüyorum? Şunun için:
Said-i Nursî’yle ilgili kitap hazırlayanlar, ona ait orijinal kitaplara ulaşmayana dek, “Ben onu tanıdım ya da tanıttım” demesinler. Hele de, Emrah Cilasun gibi “Belgecilik” oynayanlar hiç demesinler. Çünkü onun belgedir diye kamuoyuna sunduğu varakların birçoğu sahtedir (yazılarıma bakılabilir); birçoğu da düşmanlarının ağzından tanımaya çalışmaktır ki, bu da karalamanın bir diğer adıdır. Cilasun’un kitap kapağındaki belge sahteyse, içeriğini siz hesaplayın! Tafsilatını kitap eleştirime saklarken, bu sahteliğin belgesi için “Prof. Ahmet Akgündüz Kürdlerden ne istiyor? (2)” başlıklı yazımı salık veriyorum.
Evet, ne yazık ki, yazarların birçoğu sadece kendi çalıp kendi oynadıkları için, yazdıklarından öte kimseyi okumazlar; yalan-yanlış her bilgiyi doğru kabul edip servis etmekten hayâ etmezler. Niçin? Çünkü ya hesaplarına böyle geldiğinden ya da orijinal metinleri okuyamadıklarından...(Cilasun ve Ayşe Hür örneğindeki gibi).
Said-i Nursî’yle ilgili olarak eski-yeni, sahte-sahih bütün belgelere ulaştığımı söyleyemezsem de, yüzde doksanını elde etmiş durumdayım. Elimdeki bu dokümanlara güvenerek, beylik laflara hiç takılmam; kriterlere vurmadan üzerine asla atlamam. Bu çerçevede birçok iddialı yazı ve kitapların, aslında birer züğürt tesellisinden öte bir anlam taşımadığına şahit olmuşumdur. Leyla Atabay’ın, Emrah Cilasun’un ve Ayşe Hür Hanım’ın şehinşahça kalkışmaları da –bana sorarsanız– bilindik züğürt tesellilerinin örneklerinden biridir. “At çamuru, tutmazsa da iz bırakır” türünden, propaganda amaçlı birer proje çalışması olarak niteliyorum. Kendi egolarını tatmin edebilirler; ama Risale-i Nur’un ders kürsüsünden geçmiş hiç kimseyi ikna edemezler; hatta bırakın iknaı, en ufak bir sarsıntı da veremezler...
Geçmişe şöyle bir göz attığımızda, bu çalışmaların nicelerini onların selefleri de yapmışlardır; Tümgeneral Faruk Güventürk, Dr. Necla Armaner, Dr. Çetin Özek, Muzaffer Sencer ve daha niceleri Said-i Nursî’ye yüklenmişler; her biri kendi zevkine ve histerilerine denk düşecek nam ve lakaplarla onu teşhire kalkışmışlar. Hatta bırakın bu Kemalist ve Komünistleri, hepsinin beslenme havzaları ve akıl babaları olan büyük birader(Devlet) bile Nursî’yi bitiremedi. Peki, biten kim oldu? Karalayıcılar... Kalan kim? Nursî ve davası... Demek “karalamak” yerine “anlamak” lazımmış...
Hatırlarsanız, ilkokulda Donkişot’un devlerle savaşını okumuştuk. Şanso Panso’nun bütün uyarılarına rağmen, Donkişot yel değirmenini dev sanmış; bu sanrıyla başlamış değirmenin devasa kanatlarına saldırmağa. Tabii, kendisine hizmet yel değirmeni, Donkişot’u takmış kanatlarına, fersah fersah uzaklara kütlemiş de o zaman aklı başına gelmiş. Ba’de harabil-Basra... Bunun bir misali de bizim Diyarbakır Çermik’te cereyan etmiş; biçerdöverin bölgeye ilk girdiği günlermiş. İşin hakikatinden bihaber köylüler, buğday başaklarını abur-cubur yutan biçerdöveri gördüklerinde, “Herhalde haber verilen Deccal budur!” diyerek, dağlara sığınmışlar.
Hedefi tanımak yerine tanımlamaya kalkışmak da buna benzer; bu illüzyonik bakışlar, her şeyi olduğundan farklı gösterir ve farklı mecralara ittirir. Ayşe Hanım’la Cilasun’un Nursî’ye dair yorumları da bana bu örnekleri çağrıştırıyor. Demek “niyet” ve “nazar” dediğimiz realite, bu ucubeleri doğurabiliyormuş. Tabii, bu iki realitenin hareket noktası ve belirleyici faktörü de “ideolojik şartlanmışlık”tır. Çocuk iken, geceleyin yıldızlara taş atardık; güya düşürmek için. Ancak, attığımız taşlar çoğu kez kafamıza isabet ederdi de, yine akıllanmazdık...
Mesela Ayşe Hanım, akıl hocası Cilasun’dan hareketle, Said-i Nursî’nin Burdur sürgününü yorumlarken, öyle akla ziyan bir iddiada bulunuyor ki, bu iddiaya “evet” diyebilmek için, ancak aklını yemek lazımdır. Bir de Kadri Cemilpaşazade’yi emellerine alet etmesin mi!... Güya Kadri Cemilpaşazade, Said-i Nursî’yi de Şeyh Said’e ihanet, devlete destek verenlerden addetmiş de, bunun mükâfatı(!) olarak devlet öncelikle bu sadık bendelerini sürmüşmüş! Cemilpaşazade, “Sürgün edildiğim Burdur vilayetine yetiştiğimde, benden evvel Burdur’a gönderilmiş Türkofillikleri ile tanınmış bir kısım Kürtleri orada mevcut buldum.” dedikten sonra, müteakip satırda, “Eskiden Konya vilayetinin küçük bir kazası olan Burdur’da üç yüz kadar doğulu hemşeri toplanmıştık; Bediüzzaman Molla Said de aramızda bulunuyordu.” demektedir.
Yazar ikilisi arkadaşlar, Cemilpaşazade’nin “Bediüzzaman Molla Said de aramızda bulunuyordu.” sözünü, Said-i Nursî’nin hem Kürt meselesine olan ilgisizliğine, hem de devlet yandaşlığına/Şeyh Said karşıtlığına yorumlamaktadırlar. İşte Kürtlerin “Korfam” dediği aklın zıvanasından çıkmak buna derler. Bir sefer Cemilpaşazade, “Türkofillilikler” dediği Kürtler için “bir kısım” kaydını zikreder. Bediüzzaman’ı bunlar arasında değil, beraber olduğu “üç yüz kadar doğulu hemşeri” arasında zikreder. İkincisi, Kadri Cemilpaşazede’yi Said-i Nursî’yle çarpıştıran bu kurnaz zihniyet, acaba onun aynı kitabında geçen şu ifadeyi de gördüler mi?
“Amerikan komiseri ile yaptıkları bir toplantıda Kürtler tarafından Seyid Abdulkadir Efendi, Bedirhanî Emin Ali Bey, Bediüzzaman Molla Said, Doktor Şükrü Mehmet Bey uzun bir beyanatta bulunarak harita üzerinde Kürdistan hududunu belirterek denizlerde bir mahreçleri bulunması zaruretini anlatmıştı. Amerikan komiseri, Kürdistan’ın büyük bir kısmını içine alan bir Ermenistan teşkiline karar verildiğini söylemesi üzerine, Bediüzzaman cevaben: ‘Kürdistan, eğer deniz sahilinde olsa idi, dritnavtlarınızla belki bu kararı tatbik edebilirdiniz, fakat Kürdistan dağlarına dritnavtlarınız çıkamaz. Bu kararınız da tatbik edilemez!” demişti.(Doza Kürdistan, s. 54)
Yazar ikilisinin bundan haberi yok mudur? Kesinlikle vardır. Peki, niye es geçmiştir? İşlerine gelmediği için. Çünkü Bektaşiliği meslek edinenler, objektif ve adil olamazlar. Hakperestlik onların semtine uğramaz. Kendilerinin alıntı yaptığı “Doza Kürdistan” eserinde, daha nice Said-i Nursî’yi öven ifadeler vardır; ancak dediğim gibi, karalamaya odaklanmış yazarların ilgisini çekmez; çekmediği için de değinmezler. Bir zaman Kemalist bir savcı, iddianamesinde, “Said Nursî peygamberlik dava ediyor” demişti. Nasıl mı, İkinci Şua’da “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: “Efdalu ma qultu ena wennebiyyûne min qabli La İlahe İllallah” Yani: "Ben ve benden evvel gelen peygamberlerin en ziyade faziletli ve kıymetli sözleri, ‘Lâ ilahe illallah’ kelâmıdır."(Şualar, s. 9) İşte sivri akıllı savcı, “yakaladım” derken, “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş”i görmezlikten gelerek, sadece “Ben ve benden evvel gelen peygamberler” ifadesine takılmış; Nursî’yi, “Ben peygamberim” demekle suçlama aklı evvelliğine saplanmıştır.
Güler misin, ağlar mısın!...
Ayşe Hür ve Cilasun’un ciddi çarpıtmalarından biri de, –o dedi, bu dedilerden sarfınazar– Şeyh Said hareketiyle ilgili olarak Said-i Nursî’ye isnat ettikleri sözlerdir. Eskilerin masalı gibi gelen bu nakaratlardan bıktık. Sağcı-devletçi kesimlerin iddialarının tekrarı olan bu saçmalığı 04. 04. 2013 tarihli “Üstad’ın diliyle Şeyh Said’i vurma!” ile 06. 05. 2013 tarihli “Üstad’ın diliyle Şeyh Said’i vurma 8-(II)” yazılarıma havale ederek; tahrifatçı Nurculara verdiğim bu cevabı, tahrifatçılığın sol versiyonunun temsilcilerinden olan iki yazara da ithaf ediyorum.
Ayşe Hür ve Cilasun’un Said-i Nursî’ye sıçrattıkları “Almancılık”, “Anti Semitizm” ve “Kadını horlama” çamurunun izlerini Üçüncü Yazıma bırakırken, burada bir özetleme yapmakta fayda görüyorum:
Said-i Nursî’nin orijinal eserleri Osmanlıcadır. Bunların en orijinalleri ise, tashihinden geçirdikleri nüshalardır. Tashihinden geçmemiş nüshalarda, sehiv ya da kasıt eseri olarak eklemeler, çıkramalar ve değiştirmeler olabilir. Nihayet birçok örneğini ilk yazılarımda –belgeleriyle– belirtmişimdir. “Yayınlanmamış belgelerle Risale-i Nurlar’ın tahrifatı” başlıklı yazılarım, bu hususta bolca örnek sunmaktadır; bakılmalıdır. Bu gerçeği dikkate almadan, sağdan-soldan devşirilmiş ve Nursî’ye mal edilen birçok mektup ve makaleye hemencecik sahip çıkmak, akılcı olmadığı gibi, sağlıklı bir netice de vermez.
Bir başka husus, belli bir zaman diliminde, özel ortam ve şartlarda, bir ya da bir kaç kişiye, belirli bir konuya dair söylenen bir sözü, bütün zaman, mekân ve şartlara; herkesi de kapsayacak şekilde şümullü kılmak, en sade ifadesiyle sapla samanı karıştırmaktır. Azıcık strateji bilen birisi, her sözün her yerde ve herkese söylenemeyeceğini –velev ki hak da olsa– bildiği halde, Said-i Nursî’nin özel, hatta özelin özeli bazı mektuplarını neşrederek, onlara üzerinden genel hükümlere varması ne kadar yanlışsa, aynı şekilde, bu mektuplardan hareketle Nursî hakkında genel yargılara varmak da bir o kadar yanlış ve hatta demagojik bir saplantıdır.
İslam’ın en kutsal metinlerinde bile “nasih”, “mensuh” dediğimiz bir kural geçerli iken, kişilerin dönemsel ve biraz da konjoktürel içtihatlarını daimi ve genel geçer olarak değerlendirmek; bundan hareketle onları genel bir sorgulama ve yargılamaya tabi tutmak o kişilere en büyük hakarettir.
Evet, bazen aşırı övgü, sövgülere yol açar; aşırı makam vermek, makam ve değer tanımazlığı getirir. mutlak doğru ve hatasız kabul etmek, hata ve kusur arayıcılarına cesaret verir; ilham ve kerametlere boğmak, tümden inkâr ve tahkirciliği kamçılar. Nursî, “Üstadınız lâyuhtî değil. Onu hatasız zannetmek hatadır”(Barla Lahikası, s. 137) dediği halde, mürit ruhlu kimi Nurcular, onu takdis ve tenzihten vazgeçmezler. Bu İslâmî olmayan yaklaşım, fırsatçı muhalifleri harekete geçirir; onları,–Ayşe Hür ve Cilasun örneğinde olduğu gibi– tersten bir yaklaşımla, tezyif ve tahkir yöntemine sevk eder. Hâlbuki hiç bir şahıs, “masum” değildir; Peygamberler bile “hata” işleyebilirler ki, bu da beşer olmanın muktezasıdır. “Sübhan” olan, sadece Allah’tır.
Durum bu merkezde iken, Said-i Nursî’nin bütün içtihatlarını layetezelzel ve layetegayyer kabul etmek, elbette mümkün değildir. Kendisi de eserlerinde, zaman zaman şahsi hatalarına dikkat çeker; her yazdıklarının mutlak doğru olarak algılanmamasını salık verir. Şu ifadeler ona aittir:
“Bu parçada (Kastamaonu Lahikası, Birinci Parçası) hiç bir mektubu kaybetmeyen kardeşlerim, umûm yazdıklarımı, –âmi ve âdi de olsa– her şeyi kaydedip yazmışlar. Hâlbuki az bir kısmının ehemmiyeti muvakkattir; ebedi yaşayacak bir kıymet-i ilmîyesi yoktur. Madem yazmışlar, belki bir hikmeti var diye ilişmedim. Ve onun bir hikmeti budur ki, o muvakkat ve az mektupların dahi başlarında bakiyane selâm ve du’a ve teşvik ve ahirlerinde yine uhrevî selam ve dua ve istid’a vardır.”(Osmanlıca Kastamonu Lahikası, Kendi Elyazısıyla)
Bizzat Said-i Nursî’nin sahip çıkmadığı, umuma neşrini münasip görmediği, “mahremdir” dediği bazı “özelin özeli” mektuplarını ortalığa saçanlar, unutmamalılar ki, Nursî’ye düşmanlık adına mevziye yatmış olanların silahlarına lojistik destek sağlıyorlar. Bu noktada, en makul ve mantıklı iş: Onun tashihinden geçmemiş ya da “mahremdir”, “haslara mahsustur” dediği mektuplarını etrafa yaymamak; hazım sistemleri gelişmemiş olanların ellerine koz vermemek, verdirmemektir. Mesela Mustafa Armağan’ın “Sırr-ı İnna A’tayna”yı dergisine iliştirerek yayınlanması, bunun bir örneğidir. Bediüzzaman, “mahremdir” demiş, o izhar etmiş. Bediüzzaman, “Bir Sırr-ı İnna A’tayna” demiş, o “Sırr-ı İnna A’tayna” demiş... Sormazlar mı, “İnna A’tayna’nın bütün sırları bu yazılanlardan mı ibarettir?” Her ne ise...
Bu yazımda nihaî olarak diyeceğim şudur: Zaman, zemin ve şartların elverişliliği-elverişsizliği, kültür, eğitim ve ekonomik düzeyin düşük ya da yüksekliğine göre içtihatlarda değişim ve dönüşüm yaşandığı gibi, Said-i Nursî’nin de kimi düşüncelerinde bu esneklik mevcuttur; değişmezlik özelliğine sahip değildir. Bir zamanlar sigaraya sırf kokusundan hareketle mekruh diyen müçtehitler, bu gün için haramdır diyebiliyorlar. Bunun sebebi, gelişen bilimsel araştırmalarla beraber sigaradaki zararlıların gün yüzüne çıkmasıdır.
İslamî içtihatlarla bilim arasındaki bu ilişkiyi de belirttikten sonra, Bediüzzaman’ın, “İçtihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye altı mani vardır” sözünü bahane ederek, İçtihat kapısını kapatan çağdaş müçtehidiye Ayşe Hanım’a, bu sözün (Sözler, s. 480) 1926-30’lara ait olduğunu hatırlatır, perspektifini geniş tutmasını dileriz. Zira şu söz de Nursî’ye aittir: “Her müsta’id içtihad edebilir, ama teşri’ edemez... (Zira) bir fikre davet, cumhur-u ulemanın kabulüne vâbestedir, yoksa fikir bid’attir, reddedilir.” (Hakikat Çekirdekleri, 24-25. Maddeler)
İnşaallah anlıyorsunuzdur efendim!...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.