“Ankara’daki insanın bir damla kanı akmasaydı da ben parça parça olaydım keşke… Ağlamayı unuttuk, bize bir şeyler oldu, ağlayamıyoruz artık. Örneğin Sur’a girmeye dayanamıyorum. Kamyonlar gelip geçiyor yanımızdan; içi taş dolu, toprak dolu, hafriyat dolu; koltuklar sarkıyor üzerinden, kanlı bezler, kemikler, ceset parçaları…”
Diyarbakır’a gitmeden önce telefonda konuştuğum emekli öğretmen böyle konuşuyordu. Ankara patlamasından bahsediyordu telefonda. Sur’u anlatırken, kendi acılarını bir an için unutmuş, Ankara’da ölenlere yanıyordu canı:
“Keşke onların bir damla kanı akmasaydı da ben parça parça olaydım!”
Okurlarımdan Diyarbakırlı emekli öğretmen geleceğimi öğrenince nasıl da heyecanlanmış. Telefonda heyecandan sesi titriyordu. Yörenin insanı işte, biliyorum. Yeter ki bir dost sesi işitsinler, yeter ki bir el uzansın onlara, kus kurban olmaya hazırlar; öylesine hasretler ki dostluğa, öylesine alçak gönüllü, öylesine paylaşmaya hazır…
Haber Nöbeti için Diyarbakır’dayız
Kürt illerinde zor koşullar altında çalışan gazetecilerle dayanışmak amacıyla Fırat’ın Batısından bir Haber Nöbeti Koordinasyonu oluşturulmuş. Her hafta 8-10 kişilik gazeteci grubu bölgeye giderek oradaki meslektaşlarının çalışma koşullarını gözlemliyor. Onlarla birlikte habere çıkıyor, gerçeklerini izini sürmeye çalışıyorlar…
Haber Nöbeti Koordinasyonu’ndan rica edip bu gruplardan yedincisine dâhil oluyorum.
Havalimanında, yer hizmetlerinde taşeron bir firmada çalışan genç bir çocukla konuşuyorum. Sendikasız. Sosyal haklar mı, hak getire. Vardiya usulü çalışıyorlar. Adeta soluk aldırmıyor işveren. Böyle diyor. Askerliğini 8 ay önce Hakkari Dağ Komando Tugayı'nda yapmış. Kürt illerindeki durumu soruyorum ona. Anlatıyor; askerde nöbet beklerken karşılıklı birbirimizi görürdük, gelip geçerlerdi, ilişmezdik birbirimize. Üstelik biz acemiyiz, ateş etsek bizi indirirler! Emir alamadan ateş edemeyiz, diyor.
Şimdi, diye soruyorum; PKK’ya çok öfkeli, çağırsalar bir daha giderim diyor askere. Ardından nefret içeren sözler… Elindeki telsiz birden şarlıyor. Delikanlı fırlayıveriyor yerinden,
“Abi” diyor, “bana müsaade, iki soluklanayım dedim, amirim şimdi basacak fırçayı.”
Hızla ayrılıyor yanımdan…
Uçak havalanıyor. Yanıma oturan yolcuyla konuşmayı deniyorum. Diyarbakır Kayapınar’dan bir emlakçı. Tereddüt ediyor konuşmaya. Birkaç şey söylüyorum. Bir sıcaklık yakalamış olmalı sözcüklerimde, şöyle bir dönüp bakıyor gözlerime; sanki sarılır gibi oluyor bakışları, gözlerinin içi parlıyor birden. Tanıdık bir parıldama bu; içten, sevecen, güven duyan…
“Biz ne yaptık bu devlete?” diyor. “Bizi düşman belledi! Hani çözüm olacaktı! Kaç yıl oyaladı, kandırdı bu milleti. Şimdi nasıl birden bire düşman olduk yani? Bizim Türklerle ne alıp vereceğimiz olur, asker de bizim evladımız, polis de. Hiç ölsün ister miyiz; onların da aileleri var; anneleri, babaları, çocukları var. Diğerlerinin de öyle…”
“Hendek, barikat” diye soruyorum; “gençlerin hendek, barikat kurması yüzünden mi bu olanlar?”
“Yok” diyor; “hendek işin bahanesi benim abim, çözüm masasını devirdikten sonra belli oldu zaten niyetleri. Bunu fark eden gençler savunma amaçlı hendek ve barikatlar kurmaya başladılar.”
“Peki ya Sur?” diye devam ediyorum sorularıma.
“Sorma” diyor, “Sur dediğin Diyarbakır’ın kalbidir, Sur’u yıkarsan Amed’i de yıkmış olursun. Diyarbakır’ın tüm toptancıları Sur’dadır. Üç aydır bu yüzden tüm şehirde işler durmuştur…”
Yanımızdaki üçüncü koltukta oturan kadın özür dileyerek girmek istiyor konuşmamıza. İstemeyerek dinlemiş bizi. Adı Gonca, İzmirli, Bornava’dan, eşi ise Mardinli. O da, olup bitenin batıda çok yanlış aksettirildiğinden yakınıyor. Medya gerçeği vermiyor, diyor. Alıp gösteriyorum yanlış haberleri, sonra bana PKK’yi mi savunuyorsun diyorlar. Adım PKK’liye çıkıyor.
bezler, kemikler, ceset parçaları…”
Diyarbakır’a indiğimizde “mamoste” karşılıyor bizi. Altmış sekiz yaşında bir “mamoste”, yani Kürtçe’de “hoca” diyorlar ona. Hani şu telefonda Sur’u anlatan okurum.
“Altmış yıldır Amed’in toprağıyla kaynaştım ben” diyor…
Aklıma telefonda söyledikleri geliyor yeniden;
“…kanlı bezler, kemikler, ceset parçaları…”
Söyledikleri ne kadar duygusal, ne kadar gerçekçi emin olamıyorum. Daha önce Cizre’de yaşanılanları düşününce, doğru olması ihtimal dâhilinde bir şey tabii.
* * *
Haber Takibi ekibiyle ilk gün öğleden sonra Gazi Caddesi’ne gidiyoruz. Dağ Kapı Meydanı’nda soğuk yüzleriyle ilk mevziler karşılıyor bizi. Meydanın başına, Gazi Caddesi girişinin iki yanında kum torbaları ve çelik bariyerlerle oluşturulmuş korunaklar bunlar. İçinde mevzilenmiş silahlı, maskeli kolluk güçleri.
Gazi, Sur ilçesini Dağ Kapı’dan Mardin Kapı’ya doğru ikiye ayıran ana caddenin adı. Caddeye giriyoruz. Esnaflar çoğunlukla işyerlerini açmışlar. Soruyorum, üç aydır yasak yüzünden kapalılar. Bir hafta olmuş ki, henüz yeni açıyorlar işyerlerini. Esnaf siftah yapma telaşında. Kaybolan, yıkılan, harap olan umutlarını yeniden kazanır mıyız telaşı bu aynı zamanda. Caddede gezenler daha çok merak için gelenlerden oluşuyor. Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyor, meraklı, tedirgin gözlerle süzüyorlar etrafı.
Kamyonlar, kamyonlar, kamyonlar…
Sur'da gördük ki ilçenin yasaklı mahallelerinden gün boyu kamyonlar içerisinde moloz, curuf, eşya artıkları vb taşınıyor. İçinde taş, toprak, eşya ve bez parçaları görünüyor. Kamyonlar 23 plakalı (Elazığ), Antep ve Kayseri plakalı. Bu kamyonların taşıdığı yükü tanımlamakta zorluk çekiyorum. Moloz ve cüruf desem olmuyor; çünkü içinde parçalanmış ev eşyaları, koltuk kırıkları, bez parçaları var. Bunlar gözle görülenler tabii. Rivayet odur ki ceset parçaları da var içlerinde.
Nihayet bunu, taşıdıkları molozların (ya da ne demeliyse) içinden, boşalttıkları yerde ceset parçaları da çıktığını ağzından kaçıran ama konuşmaktan çekinen bir kamyon sürücüsünün tanıklığına dayandıranlar var. Kamyonlar başka illere ait, sürücüleri de yabancı. Özellikle, yöre halkından, yani Kürt olmayan sürücülerin kullanıldığı konuşuluyor.
Gazi Caddesi’nin Doğu yakasındaki altı mahallede 104 gündür sokağa çıkma yasağı sürüyor. Bu caddeden doğu yönündeki bu mahallere açılan 20 sokağın da girişlerine “devlet birlikleri” kum torbalarından oluşan barikatlar kurmuş. “Devlet birlikleri” diyorum, çünkü bu siperleri askeri birlikler mi, JÖH mü, PÖH mü, özel kuvvetler mi açıyor, kestiremiyoruz. Barikatlara kimseyi yaklaştırmıyor.
Yanımızdaki arkadaş caddenin hemen girişinde sıradan bir fotoğraf çekmek istiyor. O esnada önümüzden geçen akrepten hemen sert bir anonsla uyarılıyoruz. Fotoğraf çekilmemesi üzerine bir anons bu! Ardından bir dakika bile geçmeden tam teçhizatlı, çelik yelekli, iri kıyım biri koşar adım yanımıza geliyor. Anında haber verilmiş olmalı. Doğrudan elinde fotoğraf makinesi olana yöneliyor. Konuşmaları tehditkâr; polislerin resimlerini çektiğini söyleyerek, fotoğraf makinesine bakıyor. Sadece basit bir cadde resmi oysaki. Yine de sildiriyor. Aynı şeyi, caddeden çıkarken de yaşıyoruz. Bize rehberlik eden emekli öğretmenin selam verdiği kameralı şahıs, yanımızdan ayırılır ayrılmaz, arkasından, siperden çıkarak koşup gelen silahlı kolluk tarafından geri çağrılıyor. Oysaki adamın geri dönüp, rehberimizin selamını alarak, hal hatır sorması ancak bir dakika sürüyor. Kamerayı soruyor, “kimi çektin” diyor. Aralarından biraz konuşma geçiyor. Alıp siperin içine götürüyorlar. Mamoste, “selam vererek adamı durdurdum, buna ben sebep oldum” diye üzgün. On beş dakika kadar bekliyoruz. Sonra bırakılıyor delikanlı. Diyarbakır’ın olağan sokak manzaraları bunlar.
Taştan, betondan ve çelikten oluşan bir kuşatma
Sokağa çıkma yasağının kaldırıldığı Gazi Caddesi’ndeki bazı mevzilerin içinde sobalar bile görmek mümkün. Şaşırıyorum. Nereden bulunmuş, nasıl planlanmış, anlamak güç. Şaşkınlığımı yanımdaki Diyarbakırlı gideriyor. “İçerde yıktıkları evlerden almışlardır”, diyor.
Tahir Elçi’nin öldürüldüğü Dört Ayaklı Minare’ ye açılan sokağın girişini ayrıca çok büyük beyaz bir brandayla kapatmış durumdalar. Tuhaftır, daha önceden mahalle gençleri tarafından keskin nişancılara hedef olmamak amacıyla gerilen brandaların yerini, bu sefer devletin germiş olduğu brandalar almış. Adeta, içerde olanı, biteni kimsenin görmesini istemedikleri bir şeyler olduğunu hissettiriyor insana. Cadde boyunca, doğu yönündeki mahallere açılan bütün sokak başlarında kolluk mevzileri var, kuş uçurtmuyorlar. Gazi Caddesi’ni daire biçimindeki Sur’un çapı olarak düşünürsek, bu çapın doğu tarafını yarım daire biçiminde kuşatan surlar var. Bu surların duvarlarında, insanların diğer tarafa geçmek için açmış oldukları kimi geçitler bulunmakta. Buralardaki geçitler de şimdi beton bloklar tarafından kapatılmış durumda. Kısacası Sur, taştan, betondan ve çelikten bir zırhla kuşatma altında. İçerde nelerin olup bittiğini anlamak mümkün değil. Bildiğimiz bir şey varsa, ardı ardına boş girip dolu çıkan kamyonlar. Bunlar dışında haber alamıyoruz Sur’un yasaklı mahallelerinden.
Dolu kamyonların yüklerini boşalttıkları yerin Dicle Üniversitesi Hastanesi'ne ait bir arsa olduğunu öğreniyoruz. İlginç olanı, buranın önce düz bir alan olduğu ve Sur’da operasyonlar başladıktan hemen sonra, harfiyat yapılarak hazırlanmış olması. Belediye önce ceza kesiyor bu kamyonlara. Sonra, alelacele üniversite, valiliğe yazı yazarak kendi arsasındaki çukurluğunun doldurulmasını talep ediyor. Bu talep yazısını göstermek suretiyle kamyonlar, dolayısıyla valilik ceza ödemekten kurtuluyor. Mevcut cezalarsa iptal ediliyor.
Dolu kamyonların birbiri ardına yüklerini boşalttığı alanı, sürekli gidip gelen kolluk güçleri kontrol ediyor. Buraya dökülenlerin üzerinin toprak ve mıcırla kapatıldığı (belki sonradan beton bile dökülebilir) anlatılıyor. Bir sonraki gün burayı görmeyi planlıyoruz.
İçinde taş, toprak, moloz yığınlarıyla birlikte, parçalanmış ev eşyaları, giysiler; kumaş, tahta, ceset parçaları olan kamyonlar… Düşünüyorum da, böyle bir şeyi ilk defa görüyor, duyuyor, tanık oluyorum. İleride tarih nasıl adlandıracak bunu, nasıl yazacak, şimdiden kestirmek zor. “Bir kentin artıkları” diyecekler belki adına, ya da “katliam artıkları…”
Gazi Caddesi’nin ortasında, Balıkçılar Başı’nda anlamlandırmaya çalışıyorum bütün bunları. Sarı bir kamyon daha geçiyor önümden; üzeri taş, toprak, cüruf yüklü; battaniye ve bez parçaları sarkıyor bir yanından… Dört Ayaklı Minare’nin bulunduğu sokağa doğru kayıyor gözlerim; önünde kum torbalarından yapılmış bir siper, büyük bir brandayla kapatılmış girişi; biliyorum, arkalarda korkuyla bekliyor Surp Giragos Ermeni Kilisesi, önümde ağlamayı unutmuş bir şehir; anlıyorum, Sur’un gözyaşları bunlar…
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.