SURİYE’de işler kötü. Fakat en kötü sınırlara gelinmeden, yaşanan kötünün “ne kadar kötü” olduğu bilinmez. En kötü, kötüyü aratır. “Türkiye ne yapmalı?” sorusunun cevabı olarak verilen yanıtlar arasında giderek yükselen bir eğilim var: Türkiye Suriye’ye girmeli, müdahale etmeli diyen bir görüş. Bu eğilim, “Bütün buralar bir zamanlar zaten bizimdi” anlayışına dayanıyor. Birinci Dünya Savaşı sonrasında çizilen sınırların bu bölgenin gerçeklerini karşılamadığı ne kadar doğru ise, o sınırların bir yüzyılı aşkın bir zamandır var olduğu ve oluşturduğu statüler bulunduğu da ayrı bir gerçek. Onlarca yıldır Baas yönetimi altında olan Suriye’de “Arap milliyetçiliği” denilen olgunun halkın algısına sirayet etmediğini iddia edemeyiz. Bugün sokaklara fırlamış olan rejim muhaliflerinin de, ülkeyi altın tepside “eski hükümdarın” otoritesine, Osmanlı’nın torunlarına sunmak istediğini sanmak, safdillik içeren bir beklentidir. One minute etkisi, komşularla sıfır sorun politikası, Mavi Marmara’yı mezbahaya çeviren İsrail ile ilişkilerin askıya alınması Başbakan Erdoğan’ın çok sevilmesini sağlamış olabilir; ama bu kredi ülkelerin idari yapılarına, rejimlerine, topraklarına müdahaleye yetki verir mi?
ASKER OLARAK MI, BEKÇİ OLARAK MI?
Türkiye’nin bölgeye “girmesini” değil, ama etkinliğini artırmasını, bölgeyle ilişkilerini geliştirmesini savunan biri oldum hep. Bu ülkede yaşayan hemen herkes gerek ülkesinin hayrına olacak gerekse bölgeye adalet getirecek seçeneğin işaretlenmesini ister. Ancak Türkiye’nin Suriye’ye girmesinin hayırlı olduğunu, ileri sürülen politikalardan şer çıkıp çıkmayacağını anlamak için ABD, NATO ve bugünlerde “İngiltere” gibi “şerrinden” kimsenin şüphe duymadığı odakların tavırlarını test etmek bile kâfidir. The Times’ta yayınlanan makale belli ki Türkiye’yi gaza getirme maksadıyla kaleme alınmış.
Londra’da çıkan olayların Türklere serenat yapma yarışına dönüşmesi başlı başına “ürkütücü”...
Ama asıl enteresan olan Egemen Bağış‘ın yaptığı, “Türkler soğuk savaş döneminde de Avrupa’yı korumuştu, hâlâ korumaya devam ediyoruz” açıklaması. Asker millet denilen meğer bekçi millet imiş! Bu şuuraltı ile mi gireceğiz Suriye’ye? Yoksa gücümüz bölgenin huzurunu tesis etmeye yetecek düzeye geldiği için mi? O düzeye geldik ama bunu sadece kendimiz mi biliyoruz? İstediğimiz düzeye geldiysek nasıl oluyor da Royal Vopak güçlü ve gelişmiş ülkelerin hiçbirinin istemediği kimyasal atık depolama tesislerini bizim Yalova’mıza kurmaya yeltenebildi? Herhangi bir yeraltı zenginliği olmayan Suriye’yi işgal etmek, küresel egemenlere astarı yüzünden pahalıya geliyor; bu yüzden Suriye’ye girme noktasında gönülsüzler. Ancak akan kanın miktarı arttıkça, Bosna’da olduğu gibi bir “yetiş ABD” sendromunun ortaya çıkması da kaçınılmaz. Böyle bir ihtimalde “kurtarıcı” ve “kahraman” rolü ile hem de alkışlar arasında bu görevi yerin getireceklerini öngörmek çok da zor değil. “Eh, o zaman ABD vb. gireceğine, biz girelim, sorunları çözeriz ve büyürüz” görüşünü savunanlar maliyetleri hafife alıyor gibi. Zira şu soruların cevabı yok: Türkiye’nin Suriye’ye girmesi demek, ya İran’ı dümdüz etmek isteyen küresel egemenlerin karşısında yalnız bırakmak ve belki uzun vadede İran ile savaşmak demek. Küresel güçlerin Asya ve Uzakdoğu’daki çabaları için manivela olmayı kabul etmek demek. Bu bedelle sağlanan bir büyümeden fayda sağlama ihtimalimiz var mı? İran, Suriye ve Lübnan Hizbullahı’ndan oluşan ve İsrail siyonizminin önündeki tek kalkan olan hattın parçalanması ile domine olacak terör ortamı, bu büyümenin sefasını sürmemize imkân tanır mı sanıyorsunuz? İçine düştüğü ekonomik darboğazlardan savaş baronlarını semirterek çıkarmayı planlayan şahinlerin, neo-con’ların eliyle sunulmuş ayrıcalıkları kullanmak mı Türkiye’yi “meşru bir güç” haline getirir, yoksa şu ana dek koruduğu ahlaki pozisyonu sürdürmek mi? Bence ikincisi. Türkiye şimdiye kadar doğru olanı yaptı. Katliamlara karşı çıktı, mültecilere kapısını açtı, Esad’ı yumuşatmaya çalıştı ve şahinleşmedi. Bu sınırdan ötesi bataklık.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.