Geçen hafta, The Economist dergisi ‘SURİYE Bir Ülkenin Ölümü’ kapağı ile çıktı. Dergi içindeki değerlendirme yazısının başlığı ise; ‘Geçmişte Suriye diye bilinen ülke’ (‘The Country formerly known as Syria’). Bu aslında bir ölüm fermanı! Dergi ölüm fermanını basmış. İnsanın kanını donduran, dondurması gereken bir ölüm fermanı! Bu ölüm fermanı çoktan imzaya açılmış, Suriye’de yaşanların hayatlarında hiç yeri olmayan savaş çığırkanları altına imza atmakta tereddüt etmiyor.
Irak işgalinin onuncu yılı dolmak üzere. Bu ülkede, bu on yıl içinde olan bitenin izini süren kaldı mı? Daha, geçen hafta, The Guardian gazetesi Orta Amerika’da (El Salvador, Nikaragua) kirli savaşı yürüten Pentagon ekibinin Irak’da kurduğu işkence ve ölüm merkezleri üzerine özel bir rapor yayınladı, gazete bu haberi birinci sayfadan manşet olarak girdi (7 Mart). Bizim medyada bu tür haberler, bizim yazar çizerler arasında bu konularda iki laf eden duyuyor musunuz? Hayır! ‘Emperyalist Batı’ dediğiniz dünyada hiç olmazsa olan biteni sorgulayan, kamuoyuna duyuran çıkıyor. Irak işgalinin başlangıcından beri bu böyle. Hatırlarsanız bizde, o dönemde de savaşa karşı olanlar ‘Saddamcı’ olmakla suçlanmıştı, işgal edenlerden çok karşı çıkanlar suçlanmıştı. Sonra o olay kapandı, gitti. Hitler’in Yahudi soykırımına tepki olacağı konusundaki uyarılara verdiği iddia edilen meşhur cevap gibi; ‘Ermenileri hatırlayan var mı?’
Unutmak/unutturmak, yeni savaşlar, yeni katliamlar, yeni insanlık suçlarının yolunu döşemek için en etkili silah. Irak’ı unutanlar, Suriye’nin ölüm fermanını yazıyor. Yeni silahları ‘Esadçı’ olmak, ‘kanlı bir rejime destek vermek’ suçlaması. Hakkıyla ‘ne alakası var?’ denilemediği için, mevcut Suriye tablosunda, karşı uç olan Esad rejimini aklayanlar ile anılmak işten bile değil. Oysa, Esad rejimini aklamadan ölüm fermanına karşı çıkmak mümkün. İnsanlık adına , yanı başımızda yaşayanlar adına yapılması gereken de bu.
Ama artık Türkiye, resmen olmasa da savaşın içinde, öyle olunca ‘düşmandan yana olmak’ ithamı gölgesinde, Suriye’deki iç savaşı durdurmak için farklı siyasal seçenekleri bile tartışamıyoruz. Türkiye o kadar savaşın içinde ki, Batılı müttefiklerinin bile, ‘artık Türkiye fazla taraf olduğu ve güvenilmediği için muhalifleri eğitmek için Ürdün’ü tercih ettikleri’ iddia ediliyor (The Guardian, 9 Mart/ Radikal 12 Mart) O kadar taraf ki, Şubat başlarında muhaliflerin lideri Muaz el-Hatip’in rejimle görüşebileceği yönünde verdiği işaretlere ilk karşı çıkan Türkiye oldu. Oysa, silahlı çatışmayı körüklemek yerine rejimi ve uluslararası destekçilerini, muhalifler ile görüşmeye zorlamak yönünde diplomasiye ağırlık vermek gibi bir siyaset öne çıkabilirdi. Öyle olmadı, öyle olması istenmedi. O nedenle kanın durması için diplomatik çabaların öne çıkmasını savunanlar, silahsız muhalefetden yana olanlar, hatta Suriye özel temsilcisi süreki bu konudaki rahatsızlıklarını dile getiriyorlar.
Türkiye o kadar taraf ki, Esad rejiminin doğrudan hedefi olduğunu iddia ediyor, Lazkiye’ye kadar gidip zanlıları kıskıvrak yakalayıp sınırın bu tarafına getiriyor. Tüm bunların Suriye’deki sürecin seyri içinde Türkiye’ye maliyetinin ne olacağı belirsiz.
Diğer taraftan, artık şunu görmek lazım; tarih önünde, Suriye’de akan kandan Esad kadar, iç savaşı körüklemeyi çare olarak görenler sorumlu olacak. Türkiye’nin müttefiki olduğu Batı dünyasında, resmi siyaset bir yana, olan biten sorgulamaya, eleştiriye açık bir alan var, bizdeki gibi herşeyi ört bas etmek mümkün değil. O sorgulamalardan Türkiye’de payını alacak. Keşke bunu, kendi ülkemiz için biz yapabilsek, ‘Esadcı’ propagandası altında ezilip insanlık suçlarına ortak olmaya karşı çıkabilsek. Ancak o zaman yanı başımızda akan kanı durdurmak için küçük de olsa bir katkımız olur. Keşke, küçük hesapların küçük dünyasından çıkabilenler çoğalsa, iktidarlar adına değil, insanlık adına bir ses verebilse.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.