Hükümet ve HDP heyeti görüştü, iki tarafın da süreci sürdürme kararlılığında olduğu açıklandı. Hemen ardından yeni yol haritaları basına sızdırıldı.
6-7 Ekim’in şiddetinden ve katliamlarından sonra belki bir kesim kamuoyu bu kadar hızlı biçimde sürece sahip çıkış beklemiyordu. Ama bu durum aslınsa sürpriz de sayılmaz. Çünkü iki taraf da süreci sürdürmeyi zorunlu kılan toplumsal dinamiklerden ve unsurlardan kaçamadı. O nedenle süreci yalnızca aktörlerin siyaset tarzları, dilleri, taktikleri üzerinden okumak eksikli olabilir.
İki tarafı da süreci sürdürmeye mecburcu kılan birinci toplumsal dinamik tarafların tabanlarının çözüm ve barış beklentisi oldu.
Süreç baştan itibaren eksik ve yanlış tanımlandı, eksik yürüdü. Süreç, “barışı inşa etmek” olarak değil “terörü bitirmek” olarak tanımlandı.
Türklerin “bölünme”, Kürtlerin “kandırılma” vehimlerini bertaraf edecek yol, yordam üretilemedi. İlk günden beri var olan ve aslında doğal da olan karşılıklı güvensizliğin, iki yılın ardından azalmak yerine çoğaldığı görüldü.
Diyalog ve ilişki zeminleri de müzakere alanları ve platformları da aktörler de zaman içinde çoğaltılmak yerine tekçi anlayış sürdürüldü. Özellikle parlamento ve muhalefetin de sürece dahil edilmeleri savsaklandı, adeta istenmedi.
Meselenin gerek kendi dinamikleriyle, gerek toplumsal ve siyasal dinamikler nedeniyle gerekse de küresel dinamikler nedeniyle kendi içinde değişmekte olduğu ıskalandı.
Daha başka sorunlu taraflarını da sayabiliriz. Öte yandan sürecin değiştirilemez, geri döndürülemez kazanımları da oldu. Kürt meselesinde Öcalan’ı, Kandil’i, HDP’yi dikkate almamanın olanaksız olduğu herkesçe görüldü. Tüm eksiklik ve handikaplarına karşın çatışmasızlığın, şiddet ve ölümün olmadığı bir müzakere ortamının mümkün olabildiği görüldü. Kürt meselesinin çözüm zemininde el alınabilmesinin toplumsal psikolojideki kazanımının ne kadar büyük olduğu anlaşıldı.
İki tarafın da tabanlarındaki “kazanımların vehimlerden ve sorunlardan fazla olduğu” algısının büyüklüğü karşısında hiç kimse “bu süreci bitirdim” deme riskini göze alamadı.
Süreci sürdürmeyi mecburcu kılan ikinci toplumsal dinamik ise “çatışma ortamına geri dönüş ihtimalinin” ima ettiği potansiyel toplumsal risklerin büyüklüğünün 6-7 Ekim’de görünür olması oldu.
6-7 Ekim’de yaşananlar, çatışmaya dönüldüğünde hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının görülmesini sağladı. Şiddetin bile eskisinden farklı olacağını hep beraber gördük.
Şiddet mekan değiştiriyordu. Dağda, kırda, baskınlarda, pusularda değil metropolün göbeğindeydi.
Şiddetin aktörleri değişiyordu. Asker, polis ile siviller arasında değil sivillerin kendi arasında da ve yer yer daha gaddarca yaşanıyordu.
Daha da önemlisi şiddet toplumsallaşma, kitleselleşme ve normalleşme potansiyeli taşıyordu.
Dolayısıyla Diyarbakır’da PKK-Hizbullah çatışması gibi yaşananların, yarın başka metropollerde, başka siyasal, toplumsal ve kültürel gerilimler üzerinden tekrarlanabilme riskinin ne kadar yakınımızda olduğunu gördük. İki taraf da gördü, hepimiz de.
Çünkü iktidar tarafından siyasi kazanım uğruna körüklenen, uyarılara karşın yok sayılan ya da normalleştirilmeye çalışılan kutuplaşmanın gündelik hayatın hücrelerine kadar yayılmakta olduğu çok açıktı. Gezi’den beri artan her türlü eleştiriyi şeytanlaştırma, komplolara bağlama, suç haline çevirme çabalarının, siyasi aktörlerin her birisince şehvetle kullanılan siyaset dilinin, toplumda ve gündelik hayatta neler üretiyor olduğu gözden kaçırıldı ne yazık ki.
Bir toplumu “kibrit çaksan parlayacak ruh haline” getirirseniz, ne patlamanın ne de yangının boyutunu kontrol edemeyebilirsiniz. Nitekim 6-7 Ekim’de güvenlik güçleri baştan müdahale etmek yerine bekledi, müdahale etmeye kalkıştığında ise kontrol de edemedi.
6-7 Ekim’de olanlar sonrası hükümet de Kürt siyaseti de gördü ki kontrollerinde olacağını düşündükleri gerginlikler kontrol edilememe potansiyeli de taşıyor.
Şimdilik bir kez daha aklıselim galip geldi gibi görünüyor. Umarım herkes daha sakin bir durum muhakemesi yapar.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.