Beklentilerin aksine yeni kabinede Çözüm Süreci’nin koordinasyonuyla Yalçın Akdoğan değil Bülent Arınç görevlendirildi. Sürecin siyaseten sorumluluğunu ise tabii ki Ahmet Davutoğlu üstlendi. Bu tercihte Akdoğan’ın daha önce Kürt hareketine yönelik kan kokan yazılar yazmasının rol oynadığı yorumları yapıldı ve Arınç’ın da Diyarbakır Cezaevi’ndeki 12 Eylül vahşetiyle ilgili sözlerinden hareketle Kürt hareketiyle daha iyi iletişim kuracağının düşünüldüğü söylendi. Oysa Sayın Arınç deyince Kürtlerin aklına onun “Kürtçe eğitim olmaz” saplantısını kanıtlamak için söylediği “Kürtçe medeniyet dili değildir” (Şubat 2012) gibi doğrudan bilinçaltına yer etmiş kolonyalist bakış açısını yansıtan “veciz” sözleri de geliyor. Kürtler ve Kürt sorunu sözkonusu olunca iktidar sözcüleri açısından kimsenin kimseden fazla farkı bulunmuyor. Bir de soru sorarak asıl mevzuya geleceğim. Bülent Arınç tercihi acaba “süreci daha iyi koordine eder” diye mi yapılmıştır yoksa parti içi kutuplaşmalar gözetilerek “yıpransın” diye mi?
Çözüm Süreci’nin “silahları bırakma takvimi” şeklinde sığ bir yaklaşımla bulunduğu noktadan ileriye taşınamayacağı çok açık görülmüş durumda. En azından ben böyle varsayıyorum. Dolayısıyla sürecin “kapalı kapılar arkasında” kotarılan bir mecradan çıkartılıp daha şeffaf ve sivil toplumun da katılacağı mekanizmalar oluşturularak yürütülmesi gereği var. Bunun daha fazla “ötelenmesi” sürecin “çürütülmesi” demek olacaktır. “Çürüme”, sürecin ihtiyaç hâlinde hatırlanan bir duruma düşürülmesidir ve kalıcı barış imkân ve ihtimaline bir hayrı olmayacağı besbellidir.
İktidar partisinin ilgililerden gayrı kimsenin haberi olmadığı anlaşılan bir “yol haritası” olduğu söyleniyor. Bu “haritanın” yürüyeceği güzergâhın artık “müzakereleri” işaret etmesi gerekiyor. Kürt siyasi hareketinin bütün bileşenlerinin ve elbette ki konuyla ilgili sivil toplum kuruluşlarının öneri ve projeleriyle katılacağı müzakereler, izlenmesi gereken yol haritasının netleşmesini sağlar. Bunun kadar önemli diğer bir sonucu da, barış ve çözüm imkânının bir toplumsal mutabakat iradesi hâline gelmesine katkı koyması olur.
Bu noktada İmralı’nın “bir izleme kurulu oluşturulsun” önerisi uygun bir formül. “Âkil insanlar” heyeti gibi sınırlı bir süre için ve sınırlı bir misyonla değil, sürecin yürümesini gözetmekle yükümlü olacak bu kurul, taraflar üzerinde barış adına ciddi bir baskı unsuru rolü oynar.
Bu kurul, sürecin olgunlaşmasına paralel olarak bir “Hakikatleri Araştırma Komisyonu” olarak yeniden yapılandırılabilir veya uluslararası gözlemci kuruluşların temsil edileceği bir bileşimle yeniden oluşturulması düşünülebilir.
Nedense “Hakikatleri Araştırma Komisyonu” önerisi uzun süredir bunu ortaya atanlar tarafından da gündeme getirilmiyor. Oysa bu komisyon, kalıcı barışın inşası için diyebilirim ki “olmazsa olmaz” bir önem taşıyor. Çünkü 30 yılı aşkın bir zaman devam eden savaş ve çatışma ortamı çok sayıda insanlık suçunun işlenmesine, büyük acıların yaşanmasına zemin oldu. Her şeyden önce tarihe karşı sorumlu olmanın, insanlarımızın acılarına saygılı olmanın gereği olarak bu adım atılmak zorundadır.
“Helalleşme” güzel ve erdemli bir davranıştır; ama temelinde “yüzleşme” olmalıdır, sorumluluğunu üstlenme, gereğinde özür dilemek olmalıdır. Asker, gerilla, sivil 40 bin ölümüz var. İşkence, eziyet, hapislik, haksızlık, göç... Bu kanlı tabloyu barışın, helalleşme ve geleceğine güvenle bakmanın gerekçesi yapmanın yolunu ancak böyle bir komisyon hazırlayabilir
“Yok, almayalım, biz iyiyiz böyle” diyenlerin gerçekten barış murat ettiklerinden cidden şüphe duyarım.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.