Güney-doğu illerinde ikinci haftamızı doldurarak döndük. Bu, daha epey süre, böyle devam edecek. Bahçeli ile İşçi Partisi’nin pişirmeye çalıştıkları provokasyon, izlediğim kadarıyla, çalıştıkları yerlerde de pek fazla tutmuyor; birkaç tekil olayın ötesine geçemiyor. Geneldeyse, “Barış Süreci” olsun ve devam etsin isteyenlerin oranı yükseliyor. Bizim gidip geldiğimiz bölgedeyse, o provokasyonların hiçbir etkisi yok. Şimdiye kadar sadece iki kişinin “Siz de nereden çıktınız?” havasında bir şeyler söylediğini işittim. Onların da sorunu bizimle değildi; yıllardır devam eden baskı, burada bazı insanları, Fırat’ın batısından gelecek hiçbir şeyin hayırlı olmayacağına inandırmış.
Bu inanç aslında epey yaygın, diyebilirim. “Niye yaygın” diye soracak, hele kimseyi suçlayacak durumda değilim. Zaten nedenini çok iyi biliyorum.
Geçen günlerin birinde, Ahmet Türk’ün “barışın dilini” konuşmak üstüne bazı uyarıları yayımlandı. Çok doğru bulduğum uyarılardı bunlar. Devamlı karşındaki muhataba “Ben sana inanmıyorum, güvenmiyorum. Zaten seni hiç sevmiyorum” diyerek bir “barış diyalogu” kurmak ya da sürdürmek mümkün değil. Bir barış konuşmasının ve herhangi bir çatışmanın, uyuşmazlığın en az iki tarafı vardır. Uyuşmak ve anlaşmak da, bir tarafın kendi düşündüklerini öbür tarafa empoze etmesi demek değildir. Ve bu, süreç içinde yer alan iki tarafın da uyması gereken taraftır. Benim şimdiye kadarki gözlemlerime göre, iki tarafta buna uymaya çalışan da var, uymayan da. Böyle olunca, süreç herhangi bir anda kesilebilir; kesilirse, “Siz şunu şunu söylediniz, onun için kesildi” suçlamaları başlar; başladığında, iki tarafın da dağarcığında, işi karşı tarafın bozduğuna dair yeterince kanıt toplanmıştır. İşin kötüsü, bakarsınız, iki taraf da haklıdır. Ama kimin “daha” haklı olduğundan bağımsız olarak, sonuç aynı sonuçtur: barış belirsiz, bilinmeyen bir tarihe ertelenmiştir büsbütün ortadan kalkmamışsa. O zaman, Ahmet Türk’ün andığım konuşmasında belirttiği “sorumluluk” durumu karşımıza dikilir. Biz gene, sonuna kadar, “Onlar sebep oldu” diye bağırabiliriz; buna kendimizi inandırabiliriz de. Ama olan olmuştur.
Bunu istiyor muyuz, istemiyor muyuz?
İstemenin nedenleri, beklentiler, iki tarafta bir hayli değişik olabilir. Ama sürecin durmasıyla tarafların üzerine göçecek olan enkaz, aynı enkaz olacaktır.
Bizim grupların işlevi, öncelikle, sorunları, şikâyetleri ve beklentileri saptamak, bunları hükümet tarafına iletmek. Adımız “âkil”e çıkmış olsa da, yapmamız beklenen şey kimseye “akıl vermek” değil. Bize dertlerini anlatan Kürt arkadaşlarımıza nasıl düşünüp ne istemeleri gerektiğini anlatacak biz değiliz. Ancak, sorunları tesbit etme, kayda alma işlemleri bittikten sonra, “Peki, sen ne düşünüyorsun” diye sorulursa, “âkil” falan değil, yurttaş Ahmet, Mehmet olarak sohbet edebiliriz; elbette bizim de fikrimiz var. Ama nasıl Kürtler’e akıl öğretmeye gitmiyorsak, hükümete de “Şunu şunu yapın” diye tebligatta bulunacak değiliz. Topladığımız verileri sunacak, sunarken yaptığımız değerlendirmeyi de dile getireceğiz, “talepler şunlar, ruh hâli de söyle şöyle.” O kadar.
Şimdiye kadarki bu iki ziyarette işittiğim şeyleri ilk kez işitmiyorum. Tersine, yıllardır bunları dinliyorum, çünkü yıllardır durumda kaydadeğer bir değişim olmuyor. Sorunlar aynı, yaklaşımlar aynı. Onun için, şu anda çok anlamlı bir dönemece geldiğimiz hâlde, diller de, söylemler de aynı. Adını sık sık andığımız “barış”, henüz kromozomlarımıza işlemedi.
Birkaç gün, Kürt kesiminin beklentilerini özetlemeye ve tartışmaya çalışacağım: en genel düzeyde.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.