Everest yayınevinin dağıtıma hazırladığı kitaplar arasında dolaştığım anlardan müthiş keyif alırım.
Türkiye’nin dört bir yanındaki kitapçı dükkanlarına yollanmayı bekleyen yüzlerce binlerce kitap. Her biri farklı renkler ve kapaklar içinde, alıcısına gitmeyi ve okunmayı bekler o raflarda.
Kitapların arasında dolaştığınızda, iyi kitap kokusu alanlardansınız, kitapların da çiçekler gibi koktuğunu hissedebilirsiniz.
O kitapların arasında dolaşırken, kendimi bir çiçek bahçesinin içine girmiş gibi hissederim.
Kitapların kokusu ve gücü, barındırdıkları fikirlerden, insanın hayallerini, umutlarını besleyen, direnme azmini arttıran düşüncelerin gücünden gelir. Bir kitabı elinize alır okursunuz; ve barındırdığı düşünceleri, anlattığı hikayeleri siz de hisseder, belki de her şeyi yeniden yaşar gibi olursunuz.
İyi okurların bu duyguyu onlara yaşatan başucu kitapları ve yazarları hiç eksik olmaz hayatlarından.
Joseph Conrad; Primo Levi ve Imre Kertész’le beraber benim başucu yazarım sayılır.
Conrad’ın ‘Karanlığın Yüreği’ adını taşıyan romanını elime aldığımda ürperdiğimi hissederim..
Conrad’ın bu romanı, bana sadece Afrika’nın kalbine bir yolculuk gibi değil, aynı zamanda Dersim’in kalbine yapılmış bir yolculuk gibi gelir.
Farklı zamanlar ve farklı coğrafyalar söz konusu olsa da, Afrika halkları ve Dersim halkı aynı kaderi paylaşmıştır çünkü.
Gemi ambarlarına doldurulan siyah derili, güçlü kuvvetli ama sömürgeciler tarafından, ruhları paramparça edilmiş insanları Conrad’ın kaleminden okurken, aklınıza ister istemez, kafası tıraşlandıktan sonra üstü açık kamyonlara, askeri araçlara bindirilip, belirsiz yolculuklara yollanan Dersimli kayıp kızların hikayeleri gelir. O hikayeler ki, bugün kayıtlarını sel almış götürmüştür, devlet arşivlerinde izi-kaydı bulunmaz.
Benim okuma serüvenim geçmiş zamanları anlatan türden kitaplara merak içinde geçti.
Everest’e uğradığım her defasında, yeni ve keşfedilmemiş bir kitap bulma umuduyla; dağıtım için yayınevine gelmiş kitaplar arasında dolaşmaya ne yapar eder mutlaka zaman ayırırım. Henüz ellenmemiş, matbaadan yeni çıkmış kitaplardan yayılan kokuyu içime çeker, ilanı verilmiş, hakkında söz söylenmiş, yazılar yazılmış olanların dışında, yani belki de hiç hak etmediği biçimde biraz sahipsiz kalmış ama bir o kadar da değerli yeni kitapları arar dururum.
Bu arayışlarda Everest’in çalışanlarından-aynı zamanda emektarı- Vezir dostum bana hep yardımcı olur, tavsiyelerde bulunur, ve her defasında, benim gözümden kaçmış yeni bir kitapla gelir, karşıma dikilir.
Yayın dünyasının yeni haberlerini Vezir’den almaya bayılırım.
Vezir dostum gerçekten bu işin uzmanıdır.
Yüzüne baktığınız zaman yaptığı işin onun hayatında yarattığı memnuniyeti ve mutluluğu gözlerinin içine yansıyan samimiyet ifadesinden rahatlıkla anlayabilirsiniz.
Bir defasında, İleri Yayınların’dan çıkmış, Serap Yeşiltuna’nın hazırladığı ‘Devletin Dersim Arşivi’ ve yine aynı yazarın ‘Resmi Kanun, Kararname, Rapor ve Tutanaklarla Atatürk ve Kürtler’ adını taşıyan ve toplam 2000 sayfa tutan iki kitabını verdiğinde, şunu da eklemeyi unutmadı: ‘Senin kitaplığında her ikisi de bulunmalı’
Vezir’in, ‘Kitaplığında bulunmalı’ deyip, bana verdiği kitapların sayısı epey fazla.
Son olarak ,‘kitaplığında bulunmalı’ kaydıyla verdiği son iki cilt kitap, Kadro dergisinin tıpkı basımlarını ihtiva ediyor.
Şevket Süreyya Aydemir, Vedat Nedim, Burhan Asaf, Yakup Kadri’nin edebiyat, sanayileşme, nasyonalizm ve hemen aklınıza gelebilecek her konuda yazılmış yazıları.
Dağın, taşın devletleştirildiği yıllarda kaleme alınmış yazılar.
1932’den 1934 yılına kadar yayınlanmış toplam 36 sayı.
Birinci ciltte Atatürk’ten bir alıntı var:
‘Hatırlıyorum ki, Kadro intişar ederken, maksadının Türk milletine has meslek ve metodun millet ve memlekette teessüs ve inkişafına hizmet olduğunu yazmıştı.
Kadro’ya bu maksadında geniş muvaffakiyet temenni ederim.’
Şu şehir tiyatroları meselesinde yapılan tartışmalardan sonra Kadro dergilerinde yer alan bazı yazıları yeniden okudum.
Vardığım sonuç şu: Atatürk’ün bütün memlekette ve millet içinde başarılı olması için temennide bulunduğu anlayışın, yani, ‘Türk milletine has meslek ve metodun’ galiba sonuna geldik.
‘Devlet sanatçısı’, devlet eliyle yaratılmış burjuvaların ve onları korumakla mükellef militarizmin ve devlet bürokrasisinin mesleki görev ifası ‘ anlamında, miadı doldu.
Bunu anlamayanlar, devlet olmadan sanat, ve devlet olmadan da ticaret yapmayı pek beceremeyenler, devletin gücünü her daim arkasında hissetmek isteyenler, bir anda sudan çıkmış balığa döndüler.
Devletin sanata katkısı, desteği elbette olacak.
Ama sanatı devletten aldığı maaşla ölçen, ve sanatı ‘Türk milletine has bir meslek’ gibi görenlerin zihniyeti 1930’lu yılların zihniyetinden farksız. Siyasi olarak durdukları yer, Türkiye’nin 1930’lu yılların Kemalist Türkiye’sine dönmesini isteyenlerin durduğu yerdir ve bu da kuşkusuz bir tesadüften ibaret değildir.
Devletler sanatın bağımsızlığı söz konusu olduğunda, genellikle kem küm eder, ama sanatın ve sanatçının özgürlüğünden, özerkliğinden genellikle sanatçılar söz eder, bu özgürlüğü savunurlar.
Ama bizde durum tam tersi.
Başbakan bu özerkliğin önünü en azından fikirsel manada açan konuşmalar yapıyor. Ama sanatçılar bu fikirlere peşinen itiraz ediyor.
Devletin kadrolu sanatçıları bu çağda, Diyarbakır’da Cevat Fehmi’nin deli kaymakamını-eh ne de olsa Kürtlere çok lazım bu deli kaymakamlar, yoksa yola gelmezler!- İstanbul’ da da Rosenberglerin hayatını anlatan oyunları oynayıp dursunlar..
Maaşlar artsın, bir arpa boyu ileri gitmeyelim, her şey Kadro yıllarında olduğu gibi yaşansın..
Sudan çıkmış balıklar böyle istiyor çünkü..
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.