Bosna’da Sırplar katliam yaparken Diyarbekir’de bir tanıdığım “oh olsun, faşist Türkler de görsün katliam ne demektir” dediğinde “çok yazık” demiştim. “Eğer Kürdlerin yaşadığı zulme karşı isen başkasının da zulüm görmesine karşı olman lazım. Zulme mi karşısın yoksa zulmün Kürdlere olmasına mı?” (Bu arada, evet, milliyetçiler, kuru ile yaş, Boşnak ile Türk veya Çinli ile Koreli arasında ayırım yapamaz.)
O zamanlar üniversitede öğrenciydim. İstanbul’a hayatımda ilk kez Boğaziçi’nde sosyoloji okumak için gelmiştim. Beşiktaş, Serencebey Yokuşu’ndaki öğrenci evinde kalıyordum. Benim gibi insanlara manevi bir teneffüs ortamı gibi olan bu Nurcu cemaat evlerindeki insanlar doğal olarak ve iman hizmeti anlayışı gereği İslamcılığın siyasal aktivist ve protest kültüründen uzaktı. Hayatımda ne karakola yolum düşmüş ne de bir demokratik protesto eylemine katılmıştım. Bir gün Bosna’da kimyasal silah kullanıldığı veTaksim’de büyük bir miting olacağını duyduk. Birşeyler yapmalı deyip okul ve ev arkadaşım İsmail ile birlikte Beşiktaş’a indik. Marangozvari bir yerden iki çubuk bulup arasına gerdiğimiz beyaz kumaşa bir kaç kalem tüketerek, ev yapımı İngilizcemizle “Yarının çocukları zalimleri yargılayacak” yazısını yazdık. Sonra Taksim’e gidip büyük bir gurur ile o pankartı taşıdık. Sonra anlaşıldı ki kimyasal silah kullanılmamış ama katliam yaşanmıştı.
Kürd milliyetçiliğinin dinle problemli ideolojik saplantıları yüzünden Kürdlüğünü dinî kimliğin koruması altında ancak müdafaa edebilen bir insan olarak hayatımda hiçbir zaman Kürdlerin hukukuna dair bir eyleme katılmadım. Ne öyle bir ortam buldum ne de bunu tasavvur edebildim. Dindarlığımdan Kürdlüğüme hiçbir zaman sıra gelmedi. (Ta ki dindarlığın Kürdlüğe sahip çıkmayı gerektirdiği gerçeği kendisini dayatana kadar. Ta AK Partili dindarların iktidarında hâlâ Kürdlere hak dilenciliğinin reva görüldüğünü görüp beklenecek birşeyin kalmadığını farkedinceye kadar.) Evet, geçmişte sadece, Kürd olmaktan dolayı mahcup ve özürlü olmamızı bekleyen cahil veya namussuz insanlara karşı izzet-i nefsimi muhafazaya çalıştım. PKK ile yolum hiç kesişmedi. Hiçbir milliyetçiliğe tenezzül etmedim. Buna Müslüman milliyetçiliği olan İslamcılık da dâhil.
Kürdlerin masum acıları bile tam olarak dünyamıza giremiyordu. Halebce hiçbir zaman bir Srebrenitsa statüsüne çıkamazdı ve çıkmadı. Zira dindar bir Kürd, uzak bir coğrafyadaki Müslüman’ın acısını kendisine yakın bir coğrafyadaki Müslüman’ın acısından daha çok hissediyordu. Yakındaki Müslüman da olsa Kürd idi. ‘İslamda adalet’in Müslüman olmayla ilgisi olmayan evrensel bir hassasiyet olduğu unutulduğu için acılarda bir hiyerarşi oluşmuştu.
Hayatımda hemşehricilik bile yapmamış biriyim. Bugün ilkesel olarak Kürdlerin eşitliğini ve egemenliğini savunduğum için yegâne marifeti devletin aldığı kararların gevişini getirmek olan bir kısım dindarın “Kürtçülük” ithamıyla karşı karşıya kalıyorum. Bu mazi kalıntılarını da anlayışla karşılıyorum. Lakin hakikat cehaletin cüretli protestolarına boyun eğseydi, peşinden gitmeye değer birşey olmazdı.
Türkiye’de Kürtçülük suçlaması, Kürd olmanın imkânsızlaştırılması için tetikte tutulup kalleşçe çekilen bir silahtır. Çoğu ya vurulmamak için Kürd olmaktan imtina eder ya da madem öyle ‘evet Kürtçüyüm’ diyerek dolaylı olarak vurulur. Kürdlerin hak ve hürriyet mücadelesinin tek yolunun veisminin “milliyetçilik” olduğunu düşünenler yanılıyor. Kürdlerin müsbet hak mücadelesi, menfi bir inkârcılıkla aynı olmadığı için “milliyetçilik” adıyla anılmamalı. Milliyetçilikler eşit ölçüde kördür.Ezilenin de ezenin de milliyetçiliği bencildir.
Kendini korumanın bencilce olmayan yolu adalet ve hakperestliktir. Fakat kimileri adalet ve demokratik sahiplenmeyi de milliyetçilik ile etiketlediği için durum karmaşıklaşmıştır. Solcuların ‘ezilen ulus milliyetçiliği’ yaklaşımı da yaraya tuz basmıştır. Bu konuda daha detaylı çözümlemelere ihtiyaç var. Bir kaç yazıyı bu konuya ayırmaya niyetliyim.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.