Paris’te siyasal sonuçları çok sarsıcı olabilecek alabildiğine karanlık bir suikastın ardından, çoğumuz muhtemel siyasal sonuçlarından ziyade, suikastın muhtemel failleri üzerine kafa yoruyor. Olay sıcaklığını koruduğu için böyle olması son derece doğal.
Asıl sorunlu olan; iktidar partisinin, en başından ve daha ortada hiçbir bilgi yokken failler konusunda fikir beyan etmesi ve ‘örgüt içi infazdan’ söz etmesiydi. İktidar partisi sözcüsü ve ardından Başbakan bu yönü işaret edince, doğal olarak (yani Türkiye açısından doğal olarak) medya da, ‘örgüt içi infaz’ konusunu enine boyuna işlemeye başladı. Yeni bir müzakere sürecinin başında, konuyu PKK’nin ‘karanlık sicili’ne bağlama hevesinin planlı bir yıpratma siyasetinin (veya ‘entegre stratejinin’) bir sonucu mu, yoksa iktidarın bu tür süreçleri yönetmekteki zaaflarının sonucu mu olduğu zaman içinde daha belirginleşecek.
‘Örgüt içi infaz tezi’nin ardından akla ilk gelebilecek muhtemel fail analizleri dolaşıma girdi. Hemen söyleyeyim; bu konularda en banal tez; ‘bu olaydan en fazla kimin yararlanacağını düşünerek sonuç çıkarmak’ tır. Zira, bu tür olaylardan ‘kimin en kazançlı çıkacağı’ konusunun kendisi son derece tartışmaya muhtaçdır. Konuya illa esrarengiz analizler açısından yaklaşmak isteyenler, ‘bu tür olayların kimin üzerine yıkılmasının kimin işine yarayacağına’ kafa yorsalar daha işe yarar sonuçlara varabilirler. Ayrıca, üzerinden bunca yıl geçmesine rağmen Lockerbie olayının ve benzer bir çok olayın halen aydınlanmamış olduğunu hatırlamakta fayda var. Umarım, aynı şey son cinayetler için geçerli olmaz.
Diğer taraftan, çoğu yorumcu Suriye ve İran’ı işaret etmekte tereddüt göstermiyor. Türkiye’nin bölgesel politikalarının Suriye ve İran’ı giderek daha fazla karşısına aldığı bir gerçek ama, bence faili buralarda aramak fazla düz bir fikir yürütme biçimi ve bu haliyle olayı kavramamıza yardımcı olma ihtimali az.
Nihayetinde, daha fazla iktidar yanlısı medyada öne çıkan ‘tüm dünya Türkiye’nin bölgesel ve hatta küresel güç olmasına karşı elinden geleni yapıyor’ anlayışına dayalı analizler var. Biliyorsunuz, eskiden bu anlayış daha ziyade milliyetçi çevrede ‘Türkün Türkten başka dostu yok!’ şeklinde ifade edilirdi.
Paris suikastleri üzerine söylenenleri uzun uzun özetlemenin son derece sıkıcı olduğunu biliyorum. Bunu yapmamın nedeni konuyu toparlamak gayreti içinde daha fazla dağıtmak değil. Tam tersine, özellikle iktidar çevrelerinin dünyayı, siyaseti ve dolayısı ile Kürt meselesini kavrayış biçiminindeki temel sorunun, Paris’te yaşanan son olayı tanımlayış çerçevesinde bir kez daha belirginleşmiş olmasına dikkatinizi çekmek istiyorum.
Kısaca, Kürt meselesinde adını koymakta hala tereddüt edilen bir ‘müzakere’ süreci başlamış durumda, ama her vesile ile Kürt siyasal aktörlerini karalama ve hedef gösterme tutumu tüm hızıyla sürüyor. Diğer taraftan, Türkiye her çetrefil mesele ile veya sorunla karşılaştığında, kendi politikalarını, yaklaşımını sorgulamak yerine ‘dış ve iç düşman’ dediği tüm aktörleri sorumlu tutuyor. Örneğin, dış politikasında sorunla karşılaştığında, neden herkesi kendine düşman ettiğini sorgulamak yerine, ‘Türkiye o kadar başarılı ki, dost düşman herkes yolunu kesmeye çalışıyor’ gibi hastalıklı bir anlayış içine giriyor.
Sonuçta, Türkiye ve onun mevcut iktidarı, hala ne Kürt meselesinin çözümünde önemli bir adım olabilecek müzakere sürecini bu kez iyi yönetebileceğine dair güven verici ve tutarlı bir söylem tutturmuş değil. Diğer taraftan bölgesel politikalarında tutarsız savruluşlarının sonuçlarını kavrayabilmiş, geleceğe dair belirgin bir yol tutturabilmiş değil.
Bu koşullar altında, bence, faili kimler olursa olsun, Paris suikastı olayı, gittikçe daha fazla eski statükocu anlayışa geri dönen sözde Yeni Türkiye’nin, Kürt meselesi ve bölgesel politikalardaki öngörülemez savruluşlarını devam ettirme imkanını azaltacak. O nedenle, ben bu olayın müzakere sürecini sabote etme ihtimalinden ziyade, siyasal süreçleri ‘hızlandırma’ sonucu doğurabileceğini düşünüyorum.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.