Siyaseti geren, sokakların ısınmasını sağlayan, gençlik ve emekçi kitlelerde isyan ruhunu tetikleyen birden fazla gerilim alanı var ve bunlara her gün bir yenisi ekleniyor. Hükümetin halka dönük artan despot davranışı, yeni HSYK ve MİT yasası, Başbakan’ın seçim sonrası balkondaki konuşması ve fotoğrafı ile verdiği mesaj, seçimlere hilelerin karıştığına ilişkin yoğun iddialar, 1 Mayıs Taksim yasağında kentte estirilen polis terörü, Danıştay’ın kuruluş yıldönümünde Barolar Birliği Başkanı’nın konuşmasına Başbakan’ın ayağa kalkarak yaptığı müdahale, nihayet Soma kömür işçileri katliamı sırasında işçi ailelerinin o en acılı günlerinde bile Başbakan’ın kullandığı kaba dilin yanı sıra koruma ve müşavirleriyle birlikte öfkeli göstericileri tekme tokat dövmesi vb…
Öyle ki insanlar, bizzat Başbakan’dan başlayarak gelişen saldırganlıkla ne zaman yüzleşeceklerini, başkanından TOBB toplantısına “kendisinden başka hiçbir siyasinin davet edilmemesini” bile isteyebilen Başbakan’ın ne zaman hangi gazete patronuna falan “yazarı işten at” diyeceğini, hangi kurumun kuruluş yıldönümünde kimi nasıl azarlayacağını kimse kestiremiyor.
Seçim Sonuçları ve Güçlenen Doğu Despotizmi
Yerel seçim öncesinde, eğer Başbakan Erdoğan ortalığa saçılan onca belge ve iddiayla etrafına örülen çemberi yarıp seçimlerin galibi olarak çıkarsa o zaman “kim tutar Erdoğan’ı!” demiştik. Seçim sonrası yaşanan tam da bu! Öyle ki Genelkurmay Başkanı, Cumhurbaşkanı dahil hiç kimse devlet protokolünde bile Erdoğan’ı zapt edemiyor! Toplantıymış, protokolmüş, Soma işçi katliamıymış, hiçbir olay ya da acı gelişme onu frenleyemiyor. Yokuş aşağı freni patlamış tır misali gidiyor Erdoğan!
Özetlersek:
İlkin seçim sonrası yaptığı balkon konuşmasıyla bunun sinyalini verdi. Yolsuzluk yaptıkları ve rüşvet aldıkları iddia edilen çocuklarını ve bakanlarını da yanına alarak balkon konuşması yapmak tipik bir nobranlık gösterisiydi. Doğru veya yalan ama çocukları ve kendisi hakkında bir dizi iddia var, bunlar hukuki sürece taşınmış değilken yanına alarak balkonda birlikte halka el sallamanın demokrasi ile uzaktan yakından alakası yoktur.
İkinci çıkış Danıştay’ın kuruluş yıldönümü toplantısında yaşandı. Barolar Birliği Başkanı Feyzioğlu’nun konuşmasına katılırsın katılmazsın ayrı bir konu, ancak Başbakan sıfatıyla azarlayıp hakaret ederek konuşmasını engellemek ve protokolü peşi sıra sürükleyerek toplantıdan ayrılmanın da burjuva demokrasisiyle bile alakası olamaz.
Üçüncüsü; Soma işçi katliamı sırasında sergilediği dillere destan tutum ve davranışıdır. Dünya çapında işçi ve aydınlarda büyük üzüntüye yol açan bir işçi felaketi yaşanmış küçük bir kasabada. Yüzlerce işçi yaşamını yitirmiş, yeraltında can pazarı sürüyor, daha kaç işçinin cesedi çıkacak belli değil, halk gergin ve öfkeli bir bekleyiş içerisinde… İsyanın, hükümeti ve sorumluları protesto etmelerinin değil etmemelerinin yadırganacağı bir ortamda demokratik tepkisini ortaya koyan halkın, işçilerin üstüne TOMA’ların sürülmesi, biber gazı ve plastik mermi kullanılması Batı faşizmini aratmayan tipik bir Doğu despotizmidir. Erdoğan, bir kez daha tipik bir despot olarak “ben devletim, devlet yuhalanmaz, yuhalayan bedelini öder!” tavrıyla davranmış ve bununla da sokakta gerilimi tırmandırmıştır.
Başbakan’ın, kendisini yuhalayan halkı olgunlukla karşılaması gerekirken “ahlaksızlık”la azarlaması, “sorumlular bunun hesabını verecek” açıklamasını yapmak yerine “işin fıtratında var” diyerek sanki yüzlerce işçinin ölümü işin doğallığının sonucuymuş türünden beyanları, sırf kendisini yuhalamış diye özel tim elemanlarınca zaten etkisizleştirilen gencin müşavirince tekmelenmesi, yetmezmiş gibi bir başka gencin tepkisine karşılık Başbakan’ın “niye kaçıyorsun Yahudi dölü!” deyip tokatladığı iddiaları…
Dördüncüsü; ısınan sokaklar üzerinden hareketlenen Okmeydanı’nda polis şiddetinin yine can alması, gerilimi tırmandıran bir başka gelişme oldu. Üstüne üstlük Başbakan’ın Okmeydanı olaylarına ilişkin konuşmasında Berkin Elvan için “ölmüştür geçmiştir”, “Polis eli kolu bağlı mı duracak? Bir şey yapmayacak mı? Nasıl sabrediyorlar anlamıyorum!?” demesi hem sokaktaki ateşe adeta benzin dökmüş hem de polisi daha fazla şiddet kullanmaya teşvik etmiştir.
Bütün bunlardan hareketle Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adayı olmayı bir değil beş kez düşünmesi gerekecek, ama Erdoğan olacağının güçlü işaretlerini veriyor. Aday olursa ve karşısında ciddi aday olursa zor seçilir, seçilirse de zor taşır.
Beşincisi; özetlediğimiz bu polis devleti uygulamaları üzerinden AKP iktidarı ve özelde de Erdoğan’a ilişkin “faşizm”, “İslami faşizm” benzeri adlandırmaların yoğunlaştığı bu süreçte ben “Doğu Despotik İkliminde Putinizm’in İslami Versiyonu Erdoğan” başlıklı yazımda, AKP iktidarına faşizm adlandırması yerine daha yerli bir kavram olan ve faşizmi aratmayan ‘Doğu Despotizmi’nin kullanılmasının daha yerinde olacağını yazmıştım, yine aynı görüşteyim. Okuyucu, Rojnameya Newroz’daki yazıma tekrar bakabilir. Şunu ekleyeyim: Doğu despotik ikliminin hakim olduğu bu topraklar ya Laik Kemalist ya Milli Görüş’çü ya da “devrimci, sosyalist” örtü altında yine tekçi diktatörlük üretiyor, dolayısıyla bu kumaştan Erdoğan’ın çıkması yadırganmamalı.
AKP İle Yarım Kalan Hesabın Görülmesi Arayışları Var Ama…
* Başta gençlik olmak üzere toplumun Gezi isyanı bileşenlerinin, taleplerine duyarsız kalan hükümete öfkeleri büyüyor. Gezi sonrası hükümetin, özellikle de Erdoğan’ın tüm hışmıyla gençliğin üzerine gitmesi öfkeyi daha da biliyor.
* Alevi camiasının tedirginliği ve öfkesi haklı olarak ağırlaşıyor. Gezi direnişinden beri sokakta vurulan tüm gençlerin Alevi kökenli olması Alevi toplumunda tedirginlik yaratıyor. Hükümetin Sünni eksenli Suriye ve bölge siyaseti de içeride Alevi toplumunu hem rahatsız ediyor hem de yeniden çapraz ateş altına alınmaktan korkuyorlar.
* CHP, tarihinde belki de ilk kez sendikacıları, üniversite öğrencilerini ve öğretim görevlilerini “neden susuyorsunuz, hiç bu kadar tepkisiz değildiniz” diyerek sokakta tepki vermeye çağırıyor. Kılıçdaroğlu, devletin kurucu partisinin başkanı olarak, öğrencileri, öğretim üyelerini ve işçileri sokağa çağırarak bir ilke imza attı!
* Dahası Başbakan Erdoğan tek başına, sokağı tahrik edip öfkelendirmeye yetiyor. Buyurgan direktifleriyle, azarlamalarıyla, yasaklarıyla, korumalarının ve giderek müşaviri ile kendisinin tekme ve “tokat”larıyla sokağın öfkesini kabartıyor.
* Ayrıca Soma üzerinden “keser döner sap döner, gün gelir hesap döner” deyimi misali hesap değişebilir, yani AKP tabanında da bir iç yarılmaya neden olabilir. Bunun kimi verileri var.
Bütün bunlar, halkta, en azından önemli bir kesiminde giderek “yeter artık, bu da olmaz ki!” misali öfke yoğunlaştırıyor ve sokağı geriyor. Halkın ve gençliğin önemli bir kesiminin AKP ve özelde de Erdoğan’la sokakta hesaplaşma arayışı güçleniyor. Gezi direnişiyle hükümetle yarım kalan hesaplaşma arayışlarını güçlendiriyor. Aleviler, liberaller, işçiler, Kürtler, Cemaat, sosyalistler ve hatta belirli sermaye gruplarına varana kadar geniş toplum kesimi ile sorunlu olan AKP ve özelde de Erdoğan’ın suyu ısınıyor denilebilir. Bütün bunlar yeni isyanları tetikliyor, ancak sonuç alıcı kalkışmanın yakın vadede gerçekleşeceğinin verileri halen yok. Neden?
Birincisi; siyaseten ısınan sokaklar ekonomik krizi arkalamış değil. Ekonominin de suları bir süreden beri ısınıyor, fakat halen giderek ısınan sokağın hem bileşenini genişletecek hem işçilerin asıl ana gövdesi olan çalışanları da sokağa dökerek meydanları radikalleştirecek düzeyde sokağı etkilemiyor. Bunlardan hareketle ekonomide her şey yolunda mı? Hayır!
Erdoğan hükümeti, “IMF’ye borcumuzu bitirdik, hatta borç veriyoruz” diye övünse de Türkiye halen adına sıcak para denilen yabancı sermaye girişleriyle büyüyen bir ekonomiye sahip. Halen yabancı sermaye olmadan ekonominin çarkı dönmüyor.
Son siyasal krizin de etkisiyle Türk Lirası’nın döviz karşısında %25’lere varan değer kaybı bir diğer kriz potansiyeli olarak varlığını koruyor. Özel sektörün 250 milyar doları bulan dış borcu, TL’nin döviz karşısında değer kaybıyla riski büyütüyor.
İstanbul merkezli konut ve konut fiyatları başta olmak üzere gayrimenkul fiyatlarındaki olağanüstü artışlarla yaratılan ekonomik balon orta vadede yine bir kriz öğesi olarak varlığını koruyor. Buna eşikte bekleyen ve her an sokağı tetikleyecek işsizliği ekleyelim. Ekonomide işler iyi değil ama meydanları öfkeli emekçilerle hareketlendirecek kadar da tetikleyici değil.
İkincisi; AKP klasik ANAP ya da Adalet Partisi (AP) değil. Milliyetçi muhafazakar bir parti olduğu kadar militan bir sokak partisidir de. Yani bir AP olduğu kadar bir MHP’dir ya da BBP’dir aynı zamanda. Yönetici kadrosu esas olarak Milli Görüş ve Ülkücü Gençlik gibi komünizme ve Kürt ulusal özgürlüğüne karşı militan mücadele içerisinden çıkıp gelen bir AKP var karşımızda. Liderinin militan gibi davranması, devlet protokolünü tanımaması, gerektiğinde muhalif gence küfredip tokat atması da bu özelliğinden gelir.
Yine toplumun %40’ın üstünde bir gücünü arkasında diri tutan, gerektiğinde sokağı sokakla dengeleyen bir AKP var. Eğer 301 işçisinin ölümü üzerine “ölümlü kaza madenciliğin fıtratında var” sözünü Erdoğan değil de Demirel veya Kılıçdaroğlu söyleseydi kıyamet kopardı, kopartılırdı.
Üçüncüsü; Küresel sermaye ve Türkiye sermayesi Erdoğan’ı yer yer eleştirse de AKP iktidarında olağanüstü büyüdüğünün bilincinde. Ayrıca sermaye açısından yeni iktidar bloğu halen şekillenmedi ve Türk ekonomisiyle küresel ekonominin taşıyıcı köprüsü olacak iktidar alternatifi oluşmadı.
Buna CHP ve özellikle MHP’nin “AKP giderse Kürtleri nasıl kontrol edeceğiz” hesaplarını da ekleyelim. Çünkü bugün Kürt halkı ile Türk Devleti arasında taşıyıcı köprü işlevini gören tek parti AKP ve lideri Erdoğan’dır. CHP ve daha çok da Bahçeli liderliğindeki MHP, bu durumun bilinciyle gerek 30 Mart seçimlerinde gerekse de Soma işçi katliamında AKP’ye özelde de Erdoğan’a dönük yumuşak bir dil kullandılar. Soma’da görüldü ki öfkeli işçi ve emekçileri sükûnete davet eden, AKP’den çok CHP ve MHP olmuştur. AKP’yi iktidarda tutan esas dış perçinleyici unsur da budur.
Dördüncüsü ve önemlisi; Kürt hareketinin pozisyonudur. Gezi eylemleri dolayısıyla Kürtler ve özelde de PKK/BDP hattı aktif katılmadılar diye eleştirildiler. Daha önce de belirttim: Kürtlerin Batı’daki eylemlilikle paralel sokağa çıkmaları ya da Gezi benzeri bir direnişe kitlesel olarak katılmaları her zaman Batı’daki muhalefeti olumlu ve genişletici etkide bulunmayabilir. Olumlu mu yoksa tersine daraltıcı etkide mi bulunur? Hangi taleplerle sokağa çıktığı ve hangi mücadele aracını kullandığıyla da ilintilidir. Duruma göre genişleten, duruma göre de tersine daraltan etkide bulunabilir.
Gezi isyanında metropol halkının devletin sopasını yemesiyle acıların ortaklaşması karşılıklı birbirini anlamalarını sağladı ama bu yetmiyor. Siyasal olarak devletin federal yapılandırılması, en azından AKP Hükümeti’nin aşılması gibi hedefler üzerinde az çok ortaklaşması lazım. Örneğin; Kürt tarafı AKP ile çözüm görüşmelerini sürdürürken, dolayısıyla bunun karşılığında sokakların ateşinin düşürülmesi kendisinden istenirken, hükümet karşıtlığı ile yola çıkan ve hatta bunun için CHP ile de ortaklaşma arayışında olan Türkiye sosyalist hareketiyle ortaklaşma sağlanamaz. Ki zaten önce Gezi direnişi, ardından da 17 Aralık operasyonunda bu yaşanarak görüldü. PKK ve BDP cephesinde, “Kürt gerillaları CHP-MHP’yi iktidara getirmek için dağa çıkmadılar” ifadesi durumu özetliyordu.
Ekonomik krizle de örtüşerek gelişecek yeni kitlesel başkaldırılarda, tam da Kürdistan ile Türkiye muhalefetinin genel hedeflerde ortaklaşabileceği durumda AKP Hükümeti, “toplumsal barış ve müzakereye ilişkin yasal düzenlemeye gidiyorum” deyip yeniden uzatmalara oynayarak PKK ve HDP’nin gardını indirmeye, yani “benzine ateşle gitmeyeceğiz”e yeni ortam hazırlarsa ne olur?
Sonuç olarak:
Belirttiklerimiz üzerinden sokaklar ısınıyor, siyaset hem mecliste hem sokakta yeni arayışlarla yüklü olarak hareketleniyor. Meclisin dar koridorlarının dışında siyasete meydanlarda, sokaklarda içerik kazandırmanın zemini bütün bunlarla güçleniyor. Ancak söz konusu zemine iradi müdahale edecek ve halkı, gençleri, kadınları müdahalenin bilinçli siyasal özneleri haline getirecek olan örgütlü devrimci, sosyalist siyaset ne Türkiye’de ne de Kürdistan’da sahnede görünüyor.
Türkiye sosyalist hareketi, hem parçalı hem 20.yy’ın gölgesinden çıkabilmiş değil hem de CHP ya da PKK ekseninde bölünmüş; Kürt muhalefeti, Kürdistani birlikten yoksun olmanın yanı sıra etkin olan parçası AKP ile “çözüm” görüşmelerinden dolayı hareketsiz. Siyasetin burjuva solu olarak Türkiye sosyal demokrasisi yok. Yani toplumda sosyal öfke büyüyor ama öfkeyi siyasallaştıracak siyasal irade açısından ciddi sorunlar var.
Durum buyken, demokratik toplumsal isyan ya da başkaldırılara siyasal içerik katacak, yani sosyal öfkeyi siyasallaştıracak siyaset öznesi zayıfsa, bunalımdan AKP ve hatta neo-faşist hareket yararlanabilir. Bunları dikkate alarak şunların başarılması gerekir: Birincisi Kürdistan’da Kürt siyasetinin geniş ulusal demokratik birliği, ikincisi Türkiye sosyalist hareketinin geniş birliği ve ikisinin ortak hedefler üzerinden eylem birliğinin yaratılması, hareketlenen sokaklara yanıt olabilir, yani ulusal ve sosyal öfkeye somut hedefler üzerinden siyasal içerik katabilir.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.