AK Parti sözcüsü Hüseyin Çelik bir kaç gün önce şöyle diyordu:
'Buradaki savcı arkadaşların niyeti savcılıktan çok daha öteye bir şeydir. Devletin bir kurumu, istihbarat kurumu MİT. MİT'in yasası belli, görevleri belli. Kimse kafasına göre arama yapamaz. MİT Yasası'nın 26. maddesine göre eğer MİT'e ait herhangi bir işlem yapılacaksa Başbakan'dan izin alınması gerekiyor. Uluslararası politikada bazı dengeler var, devletin kendine göre bazı sırları var... Yargı devletin menfaati, milletin menfaati, kamunun menfaati ve o ülkenin topyekün politikaları konusunda ben canımın istediğini yaparım, istediğim zaman gider durdururum, üstelik 300 jandarma ve polisle giderim diyemez.'
Bu açıklama ülkenin ana siyasi meselesine, malum 'hakimiyet kavgası'na işaret ediyor.
Bu kavga cemaat açısından yargı eliyle, iktidarın girişimlerine müdahale ederek, açıklarına saldırarak, onu örselemek hedefi güdüyor. Siyasi iktidar açısından ise mesele cemaatin devlet içindeki eylem alanını küçültmek. Bu da özellikle yargıya yapılan demokrasi ölçülerini aşan müdahalelerle yürütülüyor.
Ne var ki tek meselemiz bu değil.
Hüseyin Çelik'in verdiği örnekten gidelim. Evet, devletlerin sırları vardır. Devletler üstü kapalı, yasaları, kuralları zorlayan işler yaparlar. Ancak bu işler ortaya çıktığı zaman bedel öderler. MİT'in TIR'lardaki malzemeleri nasıl, nereye, neden, hangi çerçevede gidiyor sorusu kaçınılmaz bir hukuk düzeni sorusudur.
Yolsuzluk meselesinde de aynı durum karşımıza çıkmıyor mu?
Bir 'matruşka durumu': Yolsuzluk üzerinde darbe, darbe üzerinde yolsuzluk kılıfı, yargıya müdahale üzerinde darbe, darbe üzerinde yargıya müdahale bahanesi...
Bu bir 'paradoks hali'dir...
Ve bu paradoks sadece otoriterleşme değil, aynı zamanda keyfileşme üretmektedir.
Hükümet tarafından MİT'in TIR'larına getirilen yorum başka türlü izah edilebilir mi? Yargının içinde bulunduğu müflis durum keyfileşme, keyfiliğin alenileşmesinin bir sonucu değil midir?
Toplumsal ruh hali ve içinde bulunduğu siyasi seferberlik de bu tablodan çok uzak değil. İçinde bulunduğumuz duruma getirilen ve toplumda yaygın olarak benimsenen açıklamalar temel olarak krizi yaratan sorumlunun peşinde koşuyor.
Bir bakış yargıyı ele geçirerek iktidara saldıran, darbe girişiminde bulunan cemaati krizin tek sorumlusu görüyor. Ve devletin demokratik ya da değil her yolla cemaatten arındırılmasını kaçınılmaz tek çözüm ve milli irade tesisi olarak kabul ediyor.
Diğer bakışa göre tek sorumlu otoriterleşen, özgürlükçülükten kopan, yolsuzluklar ve keyfiliklerle iç içe olan siyasi iktidar. Cemaat meselesi kah bir perde ya da kah eski iki ortağın dünden bugüne otoriterlik kokan kavgasını ele alıyor. Krizden arınma ise AK Parti'den arınma, AK Parti'nin güçten düşmesi veya iç değişimi çerçevesinde tanımlanıyor.
Bu keskin ve 'öteki'ye işaret eden 'tek sorun endeksli' bakışların sıkıntıları olduğu muhakkak...
Nitekim ilk bakış için mesele şu: Demokrasiden ödün vermeden, demokratik meşruiyete halel getirmeden yargıya nasıl müdahale edilecek, yargı ve devlet cemaatten nasıl arındırılacak?
İkinci bakış için soru şöyle: Sistemi cemaate teslim ederek, enformel yapıları görmezden gelerek, cemaat üzerinden orduyu çağırarak, AK Parti'ye endeksli bir mücadeleyle demokrasi nasıl tesis edilecek?
Bunlar da ciddi paradokslar...
Ve iş dönüyor dolaşıyor, demokrasiye, daha doğrusu ağır bir demokrasi krizine geliyor.
Yaşadığımız aslında cemaatçi bir toplumsal ve siyasi dokunun yaşadığı ağır krizdir. Bu doku zaten ataerkillikle malüldür. Şimdi ise kriz ve çatışma üzerinden düzenin kurumsal hakemlik cihazlarının silah haline dönüştürülmesiyle kuralsızlık ve otoriterlik görüntüsü kazanmıştır.
Yargının iflası, yürütmenin keyfiliği ve 'Türk demokrasisinin yüzeyselliği'...
Peki ne yapmalı?
Şahsen yıllardır cemaatin adliye ve emniyette otonom bir doku ürettiğini söylüyorum. Avcı-Şık-Şener davası, Balyoz davası, MİT krizi ve en nihayet 17 Aralık soruşturmaları hiç biri bu dokudan ve arkasındaki yapıdan azade değildir.
Önce bunu görmek gerek...
İkincisi bu dokuyla mücadele eden iktidarın demokrasi ve meşruiyetten hiçbir şekilde, hiçbir gerekçeyle kopmamasını talep etmek gerek. Diğer bir ifadeyle askeri vesayet döneminden kalma ülkenin ya da özel, kendine özgü koşulları tuzağından uzak durmak gerek.
Üçüncüsü bunu yapabilmek için devlet alanının siyasi partiler uzlaşmasıyla yeniden kurulması ve korunması gerek.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.