• BIST 9359.51
  • Altın 2940.718
  • Dolar 34.4659
  • Euro 36.3751
  • İstanbul 11 °C
  • Diyarbakır 13 °C
  • Ankara 14 °C
  • İzmir 21 °C
  • Berlin 3 °C

Siyasi kibir ve milli kibir

Mithat Sancar

Geçen hafta bu vakitler, açlık grevlerini sona erdirecek önemli işaretler arka arkaya geliyordu. Doğrudan temaslar, yapıcı mesajlar, bu yöndeki beklentileri bir hayli yükseltmişti.

Sadullah Ergin
’in çabalarına ve Bülent Arınç’ın açıklamalarına, Selahattin Demirtaş’tan ve KCK Yürütme Konseyi’nden olumlu karşılık gelmişti. “Çözüm” için şartlar olgunlaşmıştı sanki.

Hükümet cenahından gelen açıklamalarda, “anadilinde savunma hakkı”nı tanıyan düzenlemenin kısa zamanda gerçekleşeceği, Öcalan’a uygulanan tecridin kaldırılması için de “makul bir yol haritası” üzerinde mutabakat sağlanabileceği mesajları vardı.

BDP ve KCK kanadının açıklamalarına da, bu çerçevenin açlık grevlerini sona erdirmek bakımından kabul edilebilir bulunduğu havası hâkimdi.

Evet, çözüm çok yakındı, her şey hazır görünüyordu. Geriye bir “küçük ayrıntı” kalmıştı: Yurtdışı gezisinde bulunan Başbakan’ın ülkeye dönmesi ve “tamam” demesi.

Belki ben fazla iyimser bakıyorumdur, ama görebildiğim kadarıyla Başbakan’ın yukarıdaki çerçeveye uygun mesajlar vermesi, öncelikle havayı yumuşatacak ve çok büyük ihtimalle açlık grevlerini sona erdirmenin kapılarını ardına kadar açacaktı.

Başbakan döndü, ama o kelimeyi söylemedi. Bu bir yana, gerilimi körükleyen, sorunu akut hâle getirecek sözler sarf etti. Daha ülkeye dönmeden idam meselesini daha da hararetlendirerek gündemde tuttu, açlık grevlerindekileri aşağılayan ve tahrik eden üslubunu sürdürdü.

Daha önce sayısız kez olduğu gibi, yine bir “çözüm”ün eşiğinden büyük bir “kriz”in kıyısına savrulduk. Bu “kriz”in de, öncekiler gibi, yeni “kırılmalar” yaratması ihtimali maalesef çok yüksek.

Peki, Başbakan, neden “tamam” demedi?

Bu sorunun cevabını, başkanlık sistemi ve cumhurbaşkanlığı seçimi gibi hesapların ötesinde ya da daha derinlerde aramak lazım. Anahtar kelime ise, “kibir”dir bence.

Çok söylendi, ben de birkaç kere yazdım, Başbakan, iktidardan bir şey talep edilmesinden ve iktidara itiraz edilmesinden hiç hoşlanmayan bir siyaset ve yönetim anlayışına sahip.

Bu anlayış, Kemalist zihniyetin kodlarıyla birebir örtüşüyor. Memleketin siyasal kültürüne derin bir şekilde nüfuz etmiş olan bu zihniyet, demokratik siyasetin ve toplumsal demokratikleşmenin önündeki en büyük engellerdendir.

Topluma tepeden bakan devlet zihniyetidir bu. Toplum için neyin iyi neyin kötü olduğuna, ancak devletin karar verebileceğini varsayan paternalist bir yönetim tarzıdır bu.

En basit talepler karşısında bile hırçınlaşan yöneticiler, bu zihniyetin beşiğinde yetişiyorlar. Geçmiş dönemlerdeki tüm iktidar sahipleri bu kibirden nasiplenmişlerdir. Fakat en çok, Kemalist devletin iktidar aygıtının temelini oluşturan asker ve sivil bürokraside temsil ediliyordu bu zihniyet.

Başbakan’ın neredeyse mükemmelen sürdürdüğü bu geleneğin toplumsal talepler ve itirazlar karşısındaki tavrının özeti şudur: “Siz talep ederseniz ve talep ettiğiniz için vermem; ben istediğim için, istediğim zaman ve istediğim biçimde veririm.”

Kürtler sözkonusu olduğunda, bu “iktidar kibri”ne bir de “hâkim millet kibri” ekleniyor. Birincisi “siyasal kibir”, ikincisi ise “milli kibir”.

Bütün toplumsal talepler karşısında az ya da çok sinirlenen muktedirler, talepler Kürtlerden gelince adeta sinir krizine kapılıyorlar.

Açlık grevleri misalinde, “siyasal kibir”den kaynaklanan tepki, daha ziyade iktidardaki siyasetten yana olanlarda gözlenirken; “milli kibir”den kaynaklanan refleks, “millet sathı”nda ciddi bir yayılma gösteriyor.

İktidara azılı bir düşmanlık besleyenlerin bile, açlık grevcilerine ve onların şahsında Kürtlere öfke ve nefret kusmaları, milli kibrin bir yansıması değil midir sizce?

Hatta iktidarın, “ihsan ve lütuf” anlayışıyla yaptığı her icraatı, Kürt sorununun çözümünde büyük hamle olarak sunmak da, gizli bir milli kibrin ifadesi olamaz mı? Bu tutum, Kürtlere “tamam işte, haklarınız gerektiğinde ve gerektiği kadar tanınıyor ve tanınacak, ne diye mızmızlanıyorsunuz” demek anlamına gelmiyor mu?

Dünyanın herhangi bir yerindeki açlık grevlerini değerlendirmek için kullanılan ölçütleri, Kürtler ve onların siyasal temsilcileri açlık grevi yapınca bir kenara bırakmayı nasıl açıklayabiliriz? Mesela İsrail hapishanelerindeki Filistinli tutuklu ve hükümlüler açlık grevi yapınca, buna “hak mücadelesi”, “haklı direniş” diyenler; neden Kürtlerin açlık grevini “şantaj” olarak niteliyorlar?

Açlık grevleri karşısında, küresel hak örgütlerinin ve demokratik çevrelerin önerdiği “diyalogla çözüm” yöntemi, neden bu topraklarda itibar görmüyor? Bu yöntemi savunmak için, açlık grevlerini bir hak arama yolu olarak kabul etmenin şart olmadığını neden kavrayamıyoruz? Bu yöntemi benimsemenin, açlık grevleriyle her türlü talebin dayatılabileceğini onaylamak anlamına da gelmediğini neden anlayamıyoruz?

Şu basit soruya tutarlı ve inandırıcı bir cevap verelim: Filistinli tutuklu ve hükümlüler açlık grevlerine başlayınca, hemen Mısır yönetiminden arabuluculuk isteyen ve diyalogu derinleştiren, sorunu da, grevlerin dördüncü haftası dolarken anlaşma yoluyla çözen İsrail devletinin yaptığını yapmak niye bu kadar zor geliyor?

“Bir hakkı Kürtler talep ettiği için tanırsak, iyice azarlar, hep daha fazlasını isterler”
veya “Kürtler de kim oluyor ki hak talep ediyorlar” şeklindeki “milli hissiyat”ın, bu toplumun siyasal hayatını ne kadar belirlediğini her olay karşısında yeniden ve yeniden sorgulamak, bugünü kurtarmamız ve geleceği demokratik değerler üstüne inşa etmemiz için iyi olur bence...

  • Yorumlar 1
  • Facebook Yorumları 0
    UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış
    ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
    Yazarın Diğer Yazıları
    ÖNE ÇIKANLAR
    Tüm Hakları Saklıdır © 2009 İlke Haber | İzinsiz ve kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.
    Tel : 0532 261 34 89