Bazen tek bir günde yaşananlar ve söylenenler, zamana yayılmış, kemikleşmiş meselelerin niçin çözülemediğini berrak bir biçimde ortaya koyabiliyor. 14 Temmuz'da Diyarbakır'da yapılan BDP meydan toplantısı münasebetiyle verilen karşılıklı tepkiler, aslında rahatlatıcı bir kısır döngü içinde bulunduğumuzu gösteriyor.
Gösterinin valilikçe yasaklanması da, ona karşılık BDP'nin etkinliği zorlaması da ve nihayet emniyet güçlerinin engellemesi sonucu ortaya çıkan çatışma da aslında 'istenen' şeyler. Bunların hepsi öngörülüyor ve farklı bir biçimde yaşanması için iki taraftan da kimse kılını kıpırdatmıyor. Sanki rollerin ezberlenmiş olduğu bir müsameredeyiz ve bu 'performansı' art arda sergilemek bir tür kişilik ve kimlik kanıtlanması olarak işlevselleşiyor. Olmayan tek şey ise siyaset... Her iki taraf da kendi tutumunu siyaset sandığı ölçüde aslında siyaseti, yani alternatif kanallar açma ve karşısındakini etkileyerek değişime zorlama yeteneğini kadük ediyor. İçişleri bakanı 'akıl tutulması' lafı etmiş ama aslında bir akıl tutulması değil, kendisinin de dahil olduğu bir 'aklın kötüye kullanılması' süreci yaşıyoruz.
Her şeyden önce BDP toplantısını yasaklamanın meşru bir gerekçesi olmadığını teslim etmek gerek. Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri'ne ilişkin bir yasa var ve söz konusu temel özgürlüğü bir 'hak' olarak tanımlıyor. BDP'nin bu hakkı kötüye kullanacağına binaen yasak getirmek açıkça niyet okumaya giriyor ve vatandaşlık hakkının kullanılmasını engelleyen bir kamu suistimalinden başka bir şey değil. Hükümet sözcüsü Bülent Arınç halkın valiliğin kararına karşı gelmeye davet edilmesinin suç olduğunu belirterek, BDP'yi mahkûm ediyor. Ne var ki valiliğin kararı zaten antidemokratik... Eğer suç eylemini antidemokratik bir hukuksal zemin üzerinde tanımlarsanız, demokratik eylemleri de 'suç' haline getirebilirsiniz. Ama bunun ne denli inandırıcı olduğunu ve sonuçta bizzat kendi hükümetinizi nereye konumlandırdığını da düşünmek durumundasınız.
Diğer taraftan İçişleri Bakanı'nın ağzından duyduğumuz 'siyasi' gerekçe ise ya düşünce yüzeyselliğinin ürünü ya da toplumun akıl ve izan noksanlığını varsayan kasıtlı bir manipülasyon olarak değerlendirilebilir. Bakan şöyle demiş: "BDP, bölücü terör örgütünün tamamen siyasal uzantısı olarak faaliyet gösteren bir partidir. Yapılmak istenen toplantı bir anlamda terör örgütünün toplantısıdır." Aslında bu tespite BDP dahil kimsenin itirazı yok... Ancak bu bakanın bir de başbakanı var ve 'terör örgütüyle' müzakere olamayacağını ama 'onların Meclis'teki uzantıları' ile görüşülebileceğini söylüyor. Yani BDP'nin bir PKK uzantısı olduğu kabulleniliyor ve ona rağmen, ya da o nedenle de, BDP ile siyaset yapılabileceği vurgulanıyor. Başbakan'ın 'uzantı' olmasını doğal bulduğu ve meşru bağlam içinde gördüğü BDP'nin, bir bakan tarafından 'uzantı' olduğu için gayrimeşru sayılması nasıl açıklanabilir? Birbirlerinden habersiz bir bakanlar heyeti mi söz konusu? Yoksa bu İçişleri Bakanı'nın Başbakan'ı aşan bir gücü mü var? Ya da düpedüz bir popülist laçkalıktan ve onun altındaki 'doğal' faşizan dürtülerin siyaset haline gelmesinden mi bahsediyoruz?
Bu tabloya karşılık diğer kanadın daha düzeyli bir siyaset izlediğini söylemek de mümkün değil... BDP'nin tek bildiği devleti zor kullanmaya zorlamak üzere taktiksel etkinlikler düzenlemekten ibaret. Valiliğin yasaklaması bu yönde bir fırsat olarak değerlendiriliyor ve üzerine atlanılıyor. Oysa geri adım anlamına gelmeyecek, aksine gösteriyi daha da kitleselleştirecek eylemler düşünmek hiç de zor değil. Yasağın açık bir haksızlık olması, BDP'nin kendi tabanının ötesinde destek almasını sağlarken, örneğin Diyarbakır'dan Ankara'ya yüz binlerce insanın bir barış yürüyüşü yapması kolayca örgütlenebilirdi. Ama anlaşılan BDP polisle karşı karşıya gelmeyi, tazyikli su ve cop yemeyi, yaralanmayı ve böylece mağduriyet zırhı içinde sıkışan ve bir türlü olgunlaşamayan bir siyaseti taşımayı tercih ediyor. Aksi halde bundan ötesini beceremeyecek bir kadro olduklarını ya da 'uzantı' olma halinin onları iyice kişiliksiz kıldığını varsaymak durumundayız.
Çatışma sonrası verilen beyanlar bu karamsar değerlendirmeyi doğrular nitelikte. Tuğluk "Devlet Kürt halkına savaş ilan etmiştir" demiş, Demirtaş da bunu tamamlayan mahiyette "Bu saatten sonra AKP'ye karşı direnişten başka çare yok" diye konuşmuş... Yani her tekil olaydan yararlanarak, faşizan ve monolitik bir devlet tanımı yapılırken, hiçbir özgürlük alanının olmadığından hareketle tek yolun savaşmak olduğu bir kez daha söylenecek ve buna da 'siyaset' denecek... Ne var ki, ne hükümet monolitik bir faşizanlığa indirgenebilir, ne de Kürt siyaseti için özgürlük alanının olmadığından söz edilebilir. Tabii ki ne hükümet demokrat, ne de Kürt siyaseti tamamen özgürlüklerini kullanabilir durumda. Ama bu durum gerçekliği kasıtlı olarak bir uca çekmenin ve siyaseti iğdiş etmenin gerekçesi olamaz.
Her iki taraf da aslında çözümden korkuyor... İşin esası bu. Dolayısıyla da siyasetten kaçıyorlar ve siyaset imkânını kendi elleriyle buduyorlar.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.