Geçen hafta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Yemen’de süren çatışmalara ilişkin basının sorularını yanıtlarken İran ile ilgili herhangi bir devlet yetkilisinden işitmediğimiz sertlikte açıklamalarda bulundu. İran’ı bölgeyi “domine” etmekle suçladı. Yemen’de İran güçleri bulunmadığı hâlde “Yemen’de bir gücü kuvveti varsa çekmesi lazım” dedi. Hızını alamayan Erdoğan İran’ın Irak ve Suriye’deki müdahalelerini kınadı. “Katil” Esad rejimini destekleyen İran’ın İslam anlayışını sorguladı. En önemli komşumuzu adeta yerden yere vurdu. Hem de İran’a yapacağı 6-7 Nisan resmî ziyareti öncesinde.
Erdoğan’ın bu çıkışı Türk dış politikasındaki yalpalamanın son örneği. Türkiye ve İran arasındaki tarihsel rekabetin bir tarafın galibiyeti ile asla sonuçlanmayacağı 1514 Çaldıran Savaşı’ndan beri her iki devlet tarafından kabul görüyordu. İlişkiler inişli çıkış bir seyir izlese de ne Türkiye ne de İran ipleri koparmayı göze alabiliyordu. Bölgenin en güçlü iki ülkesi arasında zımnen varılan bu “ebedi barış” paktı Ortadoğu’daki istikrarın en temel unsurlarından biriydi.
Ne var ki Erdoğan ve Davutoğlu’nun Türkiye’yi bir Sünni güç şeklinde kurguladığı bölgesel liderlik hayalleri bu hassas dengeleri çatırdattı. Suriye’de İran’a karşı vekâlet savaşı sürdüren Türkiye şimdi de Erdoğan’ın “Şii- Sünni” savaşı olarak lanse ettiği Yemen krizinde İran’ın desteklediği iddia edilen Şii Huşi militanlarına karşı Suudi Arabistan’ın yanında yerini seçti. Böylelikle Suudi Arabistan’ın Yemen’deki en sıkı müttefiki ve Ankara’nın gayrimeşru ilan ettiği Mısır diktatörü General Sisi’yle aynı safı tutmuş oldu.
Oysa Erdoğan’ın Mart başında Suudi Arabistan’a yaptığı resmî ziyarette Kral Selman’a “Sisi’den desteğiniz çekiniz, yeniden seçimler yapılması ve Mursi’nin ve diğer Müslüman Kardeşler’in salıverilmesi için gücünüzü kullanınız” gibi oldukça fantastik taleplerde bulunduğu iddiası diplomatik kulislerde yankılanıyor.
Yemen’de hızla oluşan bataklıkta kaybedeceği kesin gözüken tarafa arka çıkmak bir yana, bu gibi zikzakların Türkiye’nin itibarını ne denli zedelediği ortada. Üstelik Türkiye’nin devamlı lanetlediği Esad’ın yaptığını an itibarıyla Suudiler Yemen’de yapıyor. Attıkları bombalarla sivil halk katlediliyor.
Türkiye’nin bölgedeki en yakın müttefiki Iraklı Kürtler dahi özel sohbetlerde Ankara’nın politikasının tam olarak ne olduğunu bilmediklerinden yakınıyorlar. Oysa Türkiye IŞİD’e karşı savaşı bir yerinden tutsaydı İran’la aynı safta bulunarak İran’ın gücünü dengelemiş olacaktı. İncirlik üssünü ABD’nin bomba yüklü insanız hava araçlarına Washington’un Kobane “sopasını” gördükten sonra açmış durumuna düşmeyecekti. Obama’nın aylar sonra Erdoğan’la telefonda görüşmesi de bir “ödül” olarak algılanmayacaktı.
Tabii şöyle de bir paradoks var: İran’ın sağa sola bu denli rahat müdahale edebilmesinin sebebi demokrasiyle yönetiliyor olmaması. İranlı askerler Irak’ta öldüğünde halka hesap vermek durumunda kalan bir iktidar yok. Ancak İran’ın bu gücünün de sınırları olduğu son süreçte IŞİD’in elinde tuttuğu Tikrit’te görüldü. Eğer ABD havadan müdahale etmeseydi İran Devrim Muhafızları’na bağlı El Kuds Tugayı’nın efsanevi komutanı Kasım Süleymani’nin yönettiği operasyon başarısızlıkla sonuçlanacaktı. ABD İran’ı böylesi bir hezimetten kurtarmış oldu. Tikrit IŞİD’in elinden kurtarıldı.
Türkiye’ye dönersek… İran’ın tersine en büyük kozu ise iyi kötü demokrasiyle yönetiliyor olması. AK Parti’nin ilk iki iktidar döneminde bu yumuşak gücü katlandı. Bugün Türkiye’nin oyun kurucudan oyun izleyen pozisyonuna düşmesinin temel sebebi demokrasisinin hızla kan kaybediyor olması. Bu gidiş 8 Haziran günü ya tersine dönecek ya da hızlanacak. En büyük tesellimiz buna hâlen seçmenlerin karar verecek olması. Allah hepimize akıl fikir versin…
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.