Her ne adına olursa olsun, şiddet tasvip edilemez. Şiddetin kendisi gibi, hâsılatı da meşru değildir ve olamaz. Amaçları meşruiyet olanlar, araçlarını da aynı cinsten seçmek zorundalar. Gayr-ı meşru vasıtalardan meşru bir netice doğmaz. İzlenen yol istikametli değilse, varılan hedef sahih olmaz. İşret ve zinanın yolu, Allah’a varmaz. Kirli suyla taharet(temizlik) olmaz. Faiz ve kumar parasıyla infak yapılmaz, hacca gidilmez. Kıtale “cihad”, katile “mücahid” denilmez. Zehire “bal” etiketi vurmakla zehirlikten çıkmaz...
İslâm ve Müslümanların en büyük talihsizliği “devletsizlik” ve “iktidarsızlık” değildir. Asıl ve en yıkıcı talihsizlikleri “şiddet” ve “terörle” anılmalarıdır. Manası gibi, doğası ve varlık sebebi “barış” ve “esenlik” olan İslâm’ın, bu gün zıddıyla, yani şiddet ve tedhişle anılıyor olması, sadece kendisinin ve 1 milyarı aşkın mensuplarının değil, bütün bir insanlığın ve belki de küresel düzenin kıyametini hazırlamaktadır. İslâm, küresel dengenin sigortasıdır; bu sigortanın iflas ettiği bir dünyada küresel düzen de iflas etmiştir; kıyameti yakındır. Bu kıyamette, İslâm’ın aslî ve zahir düşmanları kadar, onun imajını sıfırlamaya çalışan uluslararası gizli güç odakları, think-tanklar ve bunlara bolca malzeme devşiren Müslüman görünümlü taşeron terör örgütleri de sorumludurlar.
Kur’an’da “İslâm” olarak isimlendirilen din, esasta Allah’ın bütün peygamberlerle gönderdiği insanlığın fıtrî dinidir. Farklı isimlerle de anılsalar, ilâhî menşeli bütün dinler, kaynak itibariyle aynı asla racidirler. Bu fıtrî dine intisap edenlere “Müslim” ya da “Müslüman” denilir ki, bunlar, Peygamber’in dilinde “Elinden ve dilinden insanların emin olduğu kimseler”(Buhârî, iman, 4) olarak nitelendirilmişlerdir. Tersinden alırsak; elinden ve dilinden emin olunmayan kimseler için, “Müslim” veya “Müslüman” tabirini kullanmak doğru olmadığı gibi, İslâm’a da, İslâm’ı yaşayanlara da hakaret ve hukuklarına tecavüzdür.
İslâm’ın evrensel özü ve mesajı, bütün insanlığı, hatta insanın ilişkide bulunduğu bütün doğal çevreyi kucaklar, kuşatır ve himayesine alır. Onun aslî ve esaslı yapısı budur; ancak bu yapıyı bozmayı, dejenere etmeyi hedefleyen beynelmilel emperyalizm, her türlü propaganda araçlarını ve araçsallaştırılan kendi mamulü örgütleri devreye sokarak imaj tahribine koyulmuşlardır. İslâm’ın öngördüğü dünya görüşü; yaşamda adalet ve denge, ilişkilerde anlayış ve tahammül, uygulamada eşitlik ve hukukun üstünlüğü, fikirde özgürlük ve tahakkümsüzlük, inançta müsamaha ve taassupsuzluktur. Emperyalizmin servis ettiği Müslümanlık ve Müslüman tipolojisi ise, bunun tamamen zıddı bir profildir.
İslâm, “Dinde zorlama yoktur”(Bakara, 256) demekle, zoraki imanın olamayacağını ve inancın dayatılamayacağını açıkça ortaya koyarken, din adına zora, baskıya, şiddete başvurmanın batıl ve doğru olmayan bir yöntem olduğunu da deklare etmiştir. Zora ve zorbalığa başvurarak farklı inanç ve ideoloji mensuplarını susturmak mümkün olsa bile, bundan sahih ve sağlam bir inancı istihsal etmek mümkün değildir. Aksine, korku eseri olarak gizlenen inkâr, zahiren imanı, batınen nifakı bünyesinde barındırır. Kalp, kafa ve ruhta volkan gibi homurdanan nifak, ilk fırsatta küfrünü ve inkârını, zorbacıların yüzüne çarpar; küfrünü, sınır tanımayan zulmüyle birlikte kusar. (Kılıç zoruyla fethedilen diyarlarda, Müslümanlara reva görülen engizisyon hepimizin malumudur. Bir örneği, Endülüs’tür) Demek kerhen ve cebren mümin olunmaz; sahih ve sağlam iman, ikna, kabul, sevgi ve teslimiyetle hâsıl olur.
Hz. Peygamber’in, amcası Ebu Talib’in Müslümanlaşması için sarfettiği aşırı eforuna rağmen, onun imana yanaşmaması ve bu hususta Allah tarafından uyarılması,(bkz. Kasas, 56) hepimiz için açık bir ders ve uyarıdır ki, hidayet sadece Allah’ın elindedir. Peygamberimiz dâhil, hiç kimsenin imanı bahşetmede dahli(rolü) ve tesiri yoktur. Başta Peygamberimiz olmak üzere, bütün Müslümanların, hakkıyla “tebliğ” ve “temsil”den başka vazifeleri yoktur. Bu vazifeden taşarak Allah’ın sorumluluk alanına nüfuz edenler, hadlerini aştıkları gibi kulluğun sınırlarını çiğnemiş olurlar. İşte bu noktada, insanları silah ve cebir yoluyla İslam’a ram ve muti kılmaya çalışan tedhişçi zihniyetin, Allah’a, Peygamber’e ve İslâm nizamına ne büyük bir zulüm yaptığı kıyas edilsin! Peygamber’i uyaran şu ayet, yegâne kriter değil midir? “(Resulüm!) Onlar iman etmiyorlar diye adeta kendine kıyacaksın! Dilersek üzerlerine semadan bir âyet indiriveririz de ona boyunları eğile kalır(iman ederler). Kendilerine, o çok esirgeyici Allah'tan hiçbir yeni öğüt gelmez ki, ondan yüz çevirmesinler.”(Şuarâ, 3–5)
Bütün dinler, etnik ve mezhebi kimlikler insanlığın sınavıdır; aynı zamanda insan türünün rengi ve zenginliğidirler. Hiç bir zaman ayrışma, kutuplaşma ve çatışmanın sebepleri değillerdir. Onları kin, nefret ve düşmanlığa tahvil edenler muhteris emperyalistler ve onların tuzağına düşmüş olan mutaassıp çevrelerdir. Farklılıklardaki zenginliği kaosa çeviren sömürgeci emperyalistler ve jakobenist faşistler, sömürmek istedikleri coğrafyalarda bu farklılıkları hep kaşırlar, kanatırlar ve iltiyam bulmaz bir mültehep bünyeye dönüştürürler. Geri kalmış ve ferasetleri körelmiş yoksul yığınlar ise, ya doğrudan emperyalizme hizmet eden taşeron örgütlenmelerle, ya da dinî, mezhebî ve etnik taassupların saikasıyla bünyedeki cerihayı derinleştirirler. Sadece farklılıkların yaratılıştan gelen ilahî ve ontolojik gerçeklik olduğunu idrak etmiş olsalardı, eminim ki bu ezilen ve sömürülen Asyalı, Afrikalı ve Ortadoğulu halklar, hassaten de Müslümanlar emperyalizmin gayyasına sukut etmeyeceklerdi.
Evet, bizzat Allah’ın kendisi bu gerçekliğe dikkatlerimizi çevirmektedir. Bakınız, “Eğer Senin Rabbin dileseydi, dünyada ne kadar insan varsa hepsi imana gelirdi. Ama bunu irade etmedi. Şimdi sen mi, imana gelsinler diye insanları zorlayacaksın?”(Yunus, 99). “Eğer Rabbin dileseydi elbette bütün insanları tek bir ümmet yapardı. Hâlbuki yine de ihtilaf edip duracaklardı.”(Hud, 118) Demek farklılık, çoğulculuk ilahî ve fıtrî bir yasadır; bu yasayla oynayanlar, tektipçiliği dayatanlar, yaratılışa müdahale edenlerdir ki, o da ayrı bir terördür. Zehirli pençelerini doğanın ve beşeriyetin fıtrî ve ilahî dokusuna uzatan vahşi emperyalizm Allah’ın ezeli ve ebedi takdirini bozmaya; beşeri doğaya, doğayı beşere, hatta herbirini de kendisine düşman ettirerek evrensel bir anarşizme imza atmaktadır. Evet, emperyalistlerin marifetiyle bu gün akrepleşen doğa ve beşeriyet, kendi kendilerini ısıracak bir cinnetin eşiğine dayanmış durumdadır.
İslam adına yürütülen şiddet, tıpkı ırk ayrımcılığı gibi tehlikeli; hatta daha da dehşet vericidir. Hiç bir hak ve hukuku tanımayan şiddet, hedefe ulaşmak adına binlerce, yüz binlerce masumun kanını mubah görüyor, dökmekten geri durmuyor. Bu barbarlık, İslâm adına, İslâm kisvesi altında işlendiği için, sadece kanı heder edilen mazlumların hukukunu değil, aynı zamanda Allah’ın bütün insanlığa “rahmet”, “aydınlık” ve “kurtuluş” olarak gönderdiği İslâm’ın da hukukuna tecavüz ediliyor, silindir gibi ezip geçiyor. Bu barbarlığının görüntüde beslenme havzası ve hareket noktası İslâm kabul edildiğinden, sadece gayr-i Müslimleri değil, Müslüman evlatlarını dahi İslâm’dan soğutuyor; nefret ve korkuyla uzaklaştırıyor. Akıl ve idraklerin göze indiği bir çağda, zahire takılan ve ona göre değerlendirme yapanların varıp karar kılacakları nokta da budur, ötesi değildir. İşte yanlış temsilin inkâr edilmez menfi tesiri...
Bu noktada, şu söz daha da bir anlam kazanıyor; “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef'âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyet’e girecekler; belki küre-i arzın bazı kıt'aları ve devletleri de İslâmiyet’e dehâlet edecekler.”(Hutbe-i Şamiye, s. 42)
Demek Müslümanların temel sorunu gerçekten de “tebliğ” zaafı değildir; “temsil” sorunudur. Zira çok iyi biliyoruz ki ağzı olan herkes konuşuyor; hem de usandıracak derecede... Ama iş yaşamaya ve temsil etmeye geldiğinde, İslâm’ın fersah fersah uzağında bir yerlerde duruluyor. Bu zamanda “hal dili”nin ifade ettiğini “kal dili” ifade edemez, hal dilinin tesirini kal dili gösteremez. Hal dili ötelenemeyecek kadar hayatî bir önemi haizdir; bundan olsa gerektir ki, Rabbimiz “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?”(Saff, 2) diyerek bizleri uyarmaktadır.
Binlerce masumu öldürmek pahasına yürütülen eylemlere “cihad” denilemez; masum ve mazlumların mağduriyet ve imhasına rağmen, elde edilen zahiri başarılara “zafer” denilemez. Yüzbinlerin imha ve ifnası üzerinde inşa edilen iktidarlara “İslâmî devlet” denilemez. Allah böyle bir yol ve metodu Peygamberine öğütlemiş değil; Peygamberin hayatında bunun zerresini bulamazsınız. Onun cihadı yakıp-yıkmak, katl u kıtal değildir; ümmetine böyle uğursuz bir miras bırakmamıştır. Onun cihadı “ihya” ve “inşa” eksenlidir. O öldürmez, diriltir; maddi ve manevi imarı esas alır. Onun cihadında “kital”(fiili savaş) en son çaredir. O saldırmaz; savunma pozisyonundadır. O dayatmaz, öğütler; akıl ve iradelere kapı açar, ipotek koymaz. Dileyen inanır, dileyen inkâr eder; akıbete karışmaz. Eğitim ve insanî ilişkileri ön plana alır, kılıcı göstermez. O “Rahmeten Lil-Âlemin”dir, öfke, şiddet ve gazapla hareket etmez.
Onun felsefesinde “Rabbinin yoluna, hikmetle ve güzel öğütle çağır; onlarla(düşmanlarınla) en güzel şekilde tartış!”(Nahl, 125), “Ona(Fir’avun’a) yumuşak söz söyleyin. Olur ki, aklını başına alır veya korkar.”(Tâhâ, 44) ayetleri esaslı bir yere sahiptir. O, fiili savaşını hep savunma eksenli yürütmüştür; saldırılmadan saldırmamıştır. Saldırırken de adil davranmıştır. Bu hususta, “Ey iman edenler! Allah için adaletle şahitlik edenler olun. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adaletten saptırmasın. Âdil davranın; takvaya yakışan budur. Allah’tan korkun, şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Maide, 8). “Size karşı savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın. Sakın aşırı gitmeyin, çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez!”(Bakara, 190). “Kim size saldırırsa siz de ona misilleme olacak kadar saldırın. Allah’tan korkun ve bilin ki Allah muttakilerle beraberdir.”(Bakara, 194). “Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp-çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah, adalet yapanları sever.”(60 Mümtehine, 8) ayetleri esas almıştır. O, ayetleri uygularken, sözleriyle de onları tasdik etmiştir. İşte numunesi:
“Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyiniz. Mecbur kaldığınız zaman da sabır ve sebat ediniz. Allah'tan daima barış ve esenlik dileyiniz. Ancak tüm çabalarınıza rağmen savaşa mecbur kalırsanız sabır ve sebat ediniz; şunu biliniz ki, Cennet kılıçların gölgesi altındadır.”(Buharî, cihad, 112). “(Cihada) Allah’ın adıyla çıkın! Allah’a küfredenlerle Allah yolunda savaşın! Ahdi bozmayın, yağmacılık etmeyin, eziyetle öldürmeyin, çocukları ve abidleri (ibadet ehlini) öldürmeyin!”(Muvatta, Cihad, 11). “Allah’ın adıyla, fisebilillah savaşın. Müşriklerle (Allah’a ortak koşan küffarla) mukatele edin. Fakat ganimet mallarına hıyanet ve ahde vefasızlık etmeyin, müsle yapmayın (yani kâfirlerin yaptığı gibi kulak, burun ve saireyi kesmeyin), çocukları öldürmeyin”(İbn-i Kesîr, Tefsîrü'l-Kur'âni'l Azim: c.1, s. 226)
Ondan hakiki ders alan ilk sıra arkadaşlarından halife Ebubekir (r.a) de savaşa ordu gönderirken, komutanı Usame b. Zeyd’e ve ordusuna şu talimatı verir: “Ey İnsanlar durun! Size on tavsiyem var, onları unutmayın: Emanete hıyanet etmeyin, aldatmayın, itimadı kırmayın, kulak, burun kesmeyin, küçük çocukları, ihtiyar erkekleri ve kadınları öldürmeyin, hurma ağacını, meyve veren ağacı kesmeyin, yakmayın. Gıda için olmadıkça keçi, öküz, deve boğazlamayın, kiliseleri tahrip etmeyin, manastırlarda inzivaya çekilmiş insanları kendi hallerine bırakın...”(Prof. Dr. M. Hamîdullah, İslâm’da Devlet İdaresi, s. 252)
Cihad’ın en faziletlisini “farzlara devam”, “zalim idarecilere karşı hak sözü haykırmak” ve hicretin en faziletlisini “günahları terk” olarak ders veren Peygamberimiz, Bedir savaşı sonrasında en büyük cihada yöneldiklerini söylemiştir. Merak eden sahabelere, bu cihadın “nefisle olan mücahede” olduğunu beyan buyurmuşlardır. Nefsinin heva ve heveslerine boyun bükenler, maddî cihadın hakkını veremez. Nefsini itaate alıştırmayanların Allah için cihad ettiğine güven olmaz. “Masum bir insanın öldürülmesini bütün bir insanlığın öldürülmesiyle eş gören”(Maide, 32) bir İslâmî anlayış ile kendi ırkî, dinî, mezhebî ve örgütsel çıkarları için terminatörleşenlerin aynı kategoride değerlendirilmesi, asla ve asla mümkün değildir. İstediği kadar İslâm sosuyla sunulmuş olsun...
Hâsıl-ı kelam: Ortada bir gerçek var; o da İslâm coğrafyasını ateşe veren ve Kur’an’ın ifadesiyle “nesil” ve “harsı” yok eden terör ve tedhiş akımıdır. Bu akım ya da akımlar, her ne kadar İslâmî kisvede görünse de, netice itibariyle Emperyalizmin emellerine hizmet etmekteler. Zira Emperyalizm tuzak hazırlıyor, onlar içine atılıyorlar. Emperyalizm komplo hazırlıyor, onlar kurbanı oluyorlar. Emperyalizm tahrik ve provake ediyor, Onlar harekete geçiyor, provokasyona alet oluyorlar. Empeyalizm silah üretiyor, onlar bu silahları kardeşlerinin canında ve imhasında kullanıyorlar... Ve sonra da kalkıp “Müslüman’ın feraseti”nden bahsediyorlar; “aynı delikten iki defa ısırılamayacaklarından” dem vuruyorlar. Eğer feraset bu ise, “Allah’ım, içimizdeki bir kısım beyinsizlerin işledikleri günahlardan dolayı bizi helak etme!”(Araf, 152) duasıyla Kahhar-ı Zülcelale iltica ediyoruz.
“Küfür devam eder, zulüm devam etmez!”, “Mazlumun ahı, zalimin kılıcından daha keskindir.” (Hz. Peygamber)
Şiddetin bitkin ve bitap düşürdüğü Müslümanların topyekûn uyanışı vesilesiyle...
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.