Dünyada her şey olması gerektiği gibi mi?
İnsan toplumu insanların mutluluğunu sağlayacak şekilde mi örgütlenmiş?
“Değil” cevabını benimle birlikte sanırım hemen herkes verecektir.
Ama bu cevabı verenlerin çok büyük çoğunluğu çoğu zaman “Değil, ama ben ne yapabilirim ki?”diyecektir. “Değil, ama böyle gelmiş böyle gider, nasıl değiştirebiliriz ki?” diyecektir. Ve hayatına devam edecektir.
Bazı zamanlarda ise, çok çeşitli tarihsel ve toplumsal nedenlerle, çok sayıda insan yaşadığı koşulları dayanılmaz bulur, bu koşulları değiştirmek için harekete geçer.
Tarih boyunca değişmeyen tek şey belki de budur. İnsanlar baskıya, sömürüye, adaletsizliğe karşı şu veya bu şekilde direnir, mücadele eder, ayaklanır.
Direnirken de, ayaklanırken de, büyük kalabalıklar ince eleyip sık dokumaz, tarih okuyup ders çıkarmaz, yöntem, strateji ve taktik tartışmaları yapıp oybirliğiyle en doğru eylem biçimlerini şaşmaz bir bilimsellikle uygulamaz.
Her isyan, her ayaklanma, “Yetti artık!” çığlığının ifadesi olarak başlar. Uzun teorik tartışmaların sonucu olarak değil.
Ondan sonra göç yolda düzülür.
Ve en zor koşullarda düzülür. Çünkü karşı taraf, egemenlerin tarafı, her zaman daha hazırlıklı, daha örgütlü, daha deneyimli ve tepeden tırnağa silahlıdır.
Bu zor ve eşitsiz koşullarda direnenler, isyan edenler hem kendi yaşamlarını hem de dolayısıyla dünyayı değiştirmek için çabalarken bulabildiği her türlü yönteme başvurabilir, her türlü hatayı yapabilir, bazı hatalarından öğrenir, bazılarından öğrenmez, el yordamıyla mücadele eder.
Bu mücadelede iki taraf vardır. Daha fazla değil.
Kendi hesabıma, ben bütün bu mücadelelerde elimden geldiğince kafamı kullanıp durumu anlamaya çalışırım. Ama önce yüreğimle taraf olurum. Önce yüreğim devreye girer, çünkü bu dünyanın değişmesini istiyorum, değiştirmeye çalışanların kazanmasını istiyorum, onlara sempati ve sevgi duyuyorum.
Türkiye ve Filistin örneklerinde olduğu gibi.
Geçen hafta Halil Berktay bu gazetede şöyle yazmış:
“Bir yanda İsrail ve diğer yanda Türkiye devletlerinin, şiddete karşı daha fazla şiddete başvurmaktan başka şey bilmeyen, kafası ancak buna çalışan kör inadı.. PKK ve Hamas gibi iki şiddet hortlağını yaratıyor.”
Bu cümleyle iki sorunum var.
Hamas ile İsrail devletini, PKK ile Türkiye devletini aynı kefeye koymak, hem yüreğinde ezilenlere karşı artık en ufak bir sempati duymamanın sonucu, hem de zaten somut olarak yanlış.
Halil, “Nasıl çıkılır bu sarmaldan? Bilmiyorum” diyor.
Ben biliyorum.
Bugüne kadar hep aynı şekilde çıkıldı, bundan sonra da farklı olmayacak.
Ezilenler, baskıya ve haksızlığa maruz kalanlar ellerindeki tüm imkânları kullanarak direnir, ayaklanır, dünyayı değiştirmeye çabalar.
Direnenlerin üzerine egemenlerin, mevcut durumdan çıkarı olanların, devleti yönetenlerin silahlı güçleri sürülür.
İki taraftan biri galip gelir. Ya dünya değişir. Ya aynı kalır.
Aynı kalırsa, bu sarmal da sürer gider.
Değişirse, bu sarmaldan çıkma ihtimalimiz doğar. Garantisi yoktur, ama ihtimali doğar.
Kitleler tarih yaparken, bir kenarda durumu tarafsızca tartışan, fikir yürütüp görüş beyan edenler olur her zaman. Görüşleri çok önemlidir, ama kimse dinlemez.
Kenarda durup kimsenin dinlemediği fikirler üretmek herkesin en doğal hakkıdır. Diyeceğim yok.
Ama ben, tam da bu sarmaldan çıkabilmemiz için, tarih yapmanın, taraf olmanın, tarihçilik yapmaktan daha faydalı olduğuna inanıyorum.
Napolyon’un dediği gibi, “On s’engage, et puit on voit”.
“Önce kollar sıvanıp işe dalınır, hesaplar sonra yapılır.”
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.