“İslâm’ın zuhurundan günümüze kadar, “İslâm’ ve ‘insanlık’ için ‘en tehlikeli’ düşmanlardan üç büyüğünü söyler misiniz?” diye bir soruya muhatap olsak, cevabımız ne olur acaba.
Herkesin mutlaka bir cevabı vardır; benim cevabım nettir ve aşağıdaki gibidir. Paylaşalım:
Birincisi ve en büyüğü “Irkçılık”tır. Yani belli bir ırkın hâkimiyetine çalışmak; hâkim ırk ise, hegemonyasını sürdürmek; sairlerine hayat hakkı tanımamak; bu uğurda mücadele vermektir.
İkincisi: “Mezhepçilik”tir. Yani belli bir mezhebi ‘din’ haline getirmek; hâkim mezhep ise, sultasını idame ettirmek; sairlerine hayat hakkı tanımamak; bu uğurda mücadele vermektir.
Üçüncüsü: “Particilik”tir. Yani belli bir partiyi devlet ideolojisi haline getirmek; hâkim parti ise, diktasını sürdürmek; sairlerine hayat hakkı tanımamak; mücadeleyi bu eksene oturtmaktır...
Bu tasnifin dışında, ‘düşman’ kategorisinde zikredilebilecek çok şey var; ancak kendi adıma söylüyorum, öncelikle ve özellikle halledilmesi gerekenlerin, yukarıdakiler olduğuna inanıyorum. Tabii kendi özelimizde; yani Ortadoğu ve İslâm coğrafyasında… Elbette “cehalet”, “zaruret” ve “ihtilaf” gibi temel düşmanlarımız da vardır; lakin zaman ve mekânsal olarak düşündüğümüzde, ötekilerin daha da kangrenleştiği bir gerçektir. Tesir ve tahribat alanları itibariyle de fark attığı apaçıktır. Dolayısıyla tedavi sırasına göre, birinci kategorinin ivedilik kazandığı kesindir.
Bu üç düşman, özelde İslâm ve Müslümanların, genelde ise, bütün bir insanlığın düşmanıdırlar. Tarihin en büyük savaşlarından olan Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, sadece emperyalist emellerle izah edilemez; temelde, Faşizm ve Nasyonal Sosyalizm gibi saiklerin olduğu bir gerçektir. Keza, Avrupa’da, toplamda dört yüz yıl kadar süren Katolik-Protestan mücadelesi ve sürtüşmeleri de, mezhepçiliğin yıkıcı ve yakıcı yanına dair birer örnektir. (Şimdilik yaşanan suskunluk, bu mücadelenin bittiğine delalet etmez, yalnızca belledikleri bir ‘ortak düşman’a karşı geçici bir barıştan ibarettir.)
Evet, İslâm’ın henüz 40’ncı yılında, Emevîlerle ortaya çıkan ‘Irkçılık’, ‘saltanat’ görüntüsüyle ön plana çıkmışsa da, esasta Arap unsurunu hâkim, sairlerini ise “Mevali” ve “Acem” unvanlarıyla istihkar teşebbüsleriydi. Nihayet, çeşitli huruç hareketleriyle Hilafeti deviren Ümeyye Oğulları, saltanat kisvesi altında ırkçılığı hortlatarak, İslâm’a ve insanlığa büyük zarar vermişlerdir. O günden bu güne, iki yakası bir araya gelmeyen İslâm toplumu, halen bu zehirin acılarıyla kıvranıp durmaktadır. Kaybı devasa, kazancı hiç mesabesindedir.
Bu üç düşmanın nüfuz ettiği bir toplumda, sahih bir birlik kurulamaz. Kendi içinde fraksiyonlara ve kamplara ayrılır; ortak hedef ve kaygılardan uzaklaşır. Zira kavgası dâhilî, tahribatı içerdendir. Hariçten gelen saldırılar, toplumun direnç ve dayanışmasını artırırken, dâhilî darbeler, yıkıcı ve diz çöktürücüdür. Bu durum, bilinmeyecek hususlardan değildir; göz önündedir. Bununla birlikte, ‘tedbir’ adına atılan adımlar yanlıştır; yanlışta ısrar şeklindedir. Zira yaraya merhem yerine tuz bandırılmaktadır; bandırmaya devam etmektedirler…
“Irkçılık, sosyolojik bir vakıa olarak hükmünü icra ederken, mukabil önlemler ne olmalıdır; nasıl davranılmalıdır?” sorusu, hepimizi ilgilendiren can alıcı bir sorudur. Çözümü, herkese farzdır ve çözümsüzlük; –inat edenler kadar– sessiz kalanları da “indellah” ve “tarih” karşısında mahkûm edecektir. Zira dünyayı kendi hevesat ve menfaatlerine göre dizayn etmeğe çalışan emperyalizm ve güdümlü toplum mühendisleri, ırkçılık, mezhepçilik ve particiliği alabildiğince kullanırken, İslâmî ve insanî hassasiyetleri olanların buna lakayt kalmaları, asla mazur görülemez. Beşeriyetin mukadderatı, menfaatperest vahşilerin ellerine terkedilmemelidir!
Nihayet, tarihin kanlı ve irinli sayfaları, hepimize şu dersi vermektedir: Ya bu düşmanları harim-i ismetinizden, akide ve muamelatınızdan kovacaksınız, ya da tarihin tekerrürü devam edecek; nice vahşilere ve vahşetlere şahit olacaksınız! Irkçılık, mezhepçilik ve particilik, mukadderat değildir; olaya deterministçe bakamazsınız. Bunlar, sonradan zuhur etmiş ya da ihdas edilmiş şeytanî düşüncelerdir. Fıtrat ve yaratılışa ait olmayan bu “sun’i” ve “telkinsel” dürtüler, emperyalizmin dayatmasıdır ve amaç toplumsal vahdet ve dinamizmi parçalamaktır.
Irklar, mezhepler ve partiler adedince parçalanmış, kendi içinde uyumsuzlaştırılmış bir toplum ya da coğrafyada, istiklal ve mukavemetten eser kalmaz. Birbiriyle vuruşturulan parçalar, haricî düşmana ihtiyaç bıraktırmaz; iç kıyameti kaçınılmazdır. İslâm ve insanlığın bize dayattığı ve zorunlu olarak mecbur bıraktığı yegâne gerçeklik, ırkçılık, mezhepçilik ve particilik illetlerinden kurtulmaktır. Âdem’in çocukları olarak, bütün bir insanlık camiasını kardeş görmek, kardeşlik köprüleri atmak, ancak bu üç lanetlikten kurtulmakla mümkündür.
İnsaniyet ve İslâmiyet, fazilette yarışı öngörür; İslâmî ve insanî erdemlerde yücelmeyi öğütler. Aksini, faziletsizlik ve ahlaksızlık olarak değerlendirir. İyi bir çığır açanı, o istikametteki bütün iyiliklere ortak; kötü bir çığır açanı da, o yöndeki bütün kötülüklere hissedar görür. Ölçü bu olmalı; insanız ve bütün hemcinslerimizle aynı dünyayı paylaşıyoruz. İnsan görünümlü canavarlara karşı, ırkımızı, mezhebimizi, partimizi değil, insanlığımızı ve inancımızı öne sürmeliyiz. İnadına ‘insanlık’, inadına ‘Müslümanlık’ demeliyiz.
‘Müslümanlık’, birilerine bazı vahşileri hatırlatabilir; lakin savunduğum İslâm, vahşilerin değil, “Dicle’nin kenarında, bir koyunu kurt kapsa, onun hesabını ben veririm!” diyerek adalette zirve yapanların dinidir. İnsanı yaratanla İslâm’ı gönderen aynıdır; İslâm yaratılışla uyumludur, yaratılışa aykırı düşen, hiçbir söz ve uygulama İslâmî değildir. Bu anlamda, ırkçılık, mezhepçilik ve particilik, gayr-ı insanîdir; yaratılış yasalarına aykırıdır; İslâmî değildir. Allah’ın gönderdiği din, yarattığı insanın tabiatında vukua gelen arızaları gidermek, ona istikamet vermek içindir. Bütün İlahî dinlerin maksadı budur; ‘istikamet’ eksenlidir. Peygamberler, istikametin öğretmen ve öncüleridirler. Evet, bakış zaviyemizi düzeltmek zorundayız; önyargı ve taassupla sağlıklı çözümleme yapamayız.
Kur’an’ın hitabı, “ey insan”, “ey insanlar”, “ey iman edenler”, “ey küfredenler” şeklindedir; “ey falan ırk”, “ey falan mezhep”, “ey falan partililer” diye bir çağrısı yoktur. Parti olarak, “Allah’ın safında olanlar”(Hizbullah), “Şeytanın yanında saf tutanlar”(Hizbüşşeytan) diye bir taksimat yapar. Buna göre, kimin ne isim ve unvanla dolaştığı değil, hangi safta yer aldığı önemlidir. Zehire bal etiketi vurmak, onu zehirlikten çıkartmaz; keza bala da zehir demekle o zehir olmaz. Altının toprağa düşmesi, onu kıymetten düşürtmez; keza bakırı altın suyuna batırmakla da altın olmaz. Olması gereken, objektif olmaktır; suyu kaynağından içmektir. Kirletilmiş arklardan içilen suyla, kaynak hakkında hüküm verilmez; verilmemelidir.
Evet; kendi zaaflarımızı İslâm’a mal etmek ne kadar yanlışsa, o yanlışları İslâm’la süslemeye çalışmak da bir o kadar yanlıştır; tehlikelidir. Irkçılığı ayet ve hadislerle teyit ve tezyin etmek, İslâm’ı ırkçılığa kurban etmektir. Zira kullanılan şey, kullananın nazarında, kullandırttığı şeye göre daha kıymetsiz ve itibarsızdır. Kimse camı elmasla, tenekeyi altınla değişmez; keza süslemez de. Hayvanlar eve, ev ahalisi ahıra sürülmez. Buğday samanlığa, saman kilere konulmaz. Dinin yerine ırk ve mezhep oturtulmaz. Din birleştiricidir, ırkî ve mezhebî anlayışlar ayrıştırıcıdır. Irk, inanç, mezhep ve parti, kendi sınırlarında kalırsa, zararsızdır; dayatılırsa, yıkıcı ve yaralayıcı olur. Her dayatma, sınır ihlalidir; fıtrata müdahaledir.
Gündemimizi ırk, mezhep ve partiler değil, İslâm, insan ve adalet gibi mefhumlar meşgul etmelidir. Tek ırk, tek mezhep ve tek parti dayatmaları diktatörlüktür; toplumsal vahdeti imha çabasıdır. Ortak paydaları öne sürüp farklılıkları ‘zenginlik’ ve ‘renklilik’ görmeliyiz. Farklılıkları tırpanlamak, fakirleşmektir; bir ormandaki ‘ağaç zenginliği’ni yok etmek gibidir. Tüm kuşları susturup bülbül veya kanaryada karar kılmak, “çözüm” değil; karganın sesine de ihtiyaç var. Parkları gül ya da lalelere tahsis, “maharet” değil; gözünüz başka çiçekleri de arayacaktır. Çünkü çeşitlilik ve renklilik, yaratılışın muktezasıdır; insanın doğasıdır.
Sonuç olarak: Yaratılıştan gelen ırk, ırkçılığa; tercihlerimizden olan ya da olmayan mezhep, mezhepçiliğe; eğilimlerimizden olan ya da olmayan partiler, partizanlığa, partiperestliğe taşırılmadığı sürece, zararı yoktur. Zira ırk, bizim tercihimiz değil, sınavımızdır. Irkçılık, sınavın kaybedilmesidir. Mezhep, Allah’ın emri, Peygamber’in uygulaması değildir; sonraki bir tercihtir. Mezhepten ayrılmak, dinden ayrılmak değildir. Dinin durduğu yerde, mezhep öne sürülmez; sürülmemelidir. Partiler, refah, adalet ve temel haklar noktasında yarışabilir; ancak mutlakıyete dönüşmemeli; mensuplarını fanatizme, ajitasyonlara bulaştırmamalıdır. Medeni insanlara yakışan da budur.
Önümüzdeki yazıda, coğrafyamızdaki “ırkçılık felaketinin mimarları”ndan, Leon Cahun, Moiz Kohen ve gölgelerini tartışmak umuduyla, Allah’a emanet olunuz.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.