Dün Türkiye’nin Washington büyükelçiliği önünde HDP milletvekillerinin tutuklanmalarını protesto etmek için bir grup toplandı. Çoğu Kürt’tü ve sayıları azdı. Ancak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın en yakın müttefikleri arasında andığı Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Washington temsilciliğinden tam üç kişi katılmıştı. Aralarından bir genç hanıma sordum “Temsilci mi sizi yolladı?” diye, “Evet” dedi ve ekledi: “Yollamasaydı dahi kendim bir yolunu bulup gelirdim. Türk savaş uçakları daha geçen hafta benim [Türkiye sınırına yakın] köyümü bombaladı. Türkiye’nin uyguladığı zulüm tüm Kürtlerin kaderini ilgilendiriyor.”
Katılma emri tepeden gelmiş olmalıydı. Zira Mesud Barzani’nin başkanlık makamından HDP’lilerin tutuklanmalarına ilişkin şu açıklama yapılmıştı: “Halkaların Demokrasi Partisi’nin iki eş başkanı ile bazı parlamenterlerinin gözaltına alınması bizim açımızdan endişe vericidir. Göz altına alınmalarına son verilmesini, bu partinin tutuklu üyelerinin serbest bırakılmasını umuyoruz.”
Erdoğan ile şakalaşacak kadar içli dışlı olduğu bilinen Irak Kürdistanı başbakanı Neçirvan Barzani de benzer bir açıklama da bulunmuştu. Barzaniler “Ankara’ya mecbur kaldık. Yoksa halktan çok tepki alırdık” mı dediler bilinmez ama şurası net: Lider sıfatı taşıyan hiç bir Kürt, artık diğer hiç bir Kürdün uğradığı haksızlığa göz yumma lüksüne sahip değil. Göz yumduğu nispette saygınlığını ve meşruiyetini yitirir. Çünkü Kürtler artık eski Kürtler değil. Başlarındakiler hala güç ve iktidar için birbiriyle tepişmeye devam ededursun, Efrin’den Erbil’e, Silopi’den Senendec’e Kürtlerin yürekleri artık bir atıyor. Biri hastalanınca diğeri sadece öksürmüyor, aynı zamanda ateşleniyor.
Bunun bir çok tarihsel, siyasal, sosyolojik ve evet teknolojik (internet) nedeni var. Ancak başlıca nedenlerden biri Kürtlerin bulundukları topraklardaki egemenlerin Kürtlere uyguladıkları baskı ve zulüm. Gelmiş geçmiş en zalimi ise şüphesiz Saddam Hüseyin’di. En az yüz bin Kürdü katletti. Acıları tüm Kürtler arasında yankılandı.
Fakat bugün her ne kadar Cumhurbaşkanı Erdoğan Bağdat hükümetini Kürtleri ‘asimile’ etmekle suçlasa da Iraklı Kürtlerin sahip oldukları anayasal hakların hiçbirine Türkiye’deki Kürtler sahip değil. Iraklı Kürtlerin bölgesel parlamentoları, kendi peşmerge güçleri, eğitim sistemleri, kısaca neredeyse bağımsız bir devlete sahipler. Ama Irak’tan resmen ayrılmak istiyorlar çünkü artık çok geç. Yaşanan travma o kadar derin ki Kürtler Irak’la ortak bir gelecek tasavvur edemiyorlar. Türkiye’deki bir çok Kürt hızla aynı noktaya doğru evriliyor.
Oysa Türkiye’deki Kürtler çok ağar bedeller ödemelerine rağmen en karanlık günlerinde dahi Iraklı Kürtlerin yaşadığı boyuttaki barbarlıklara maruz kalmadılar. Bu bağlamda ‘Hitler’ ve ‘Saddam’ kıyaslamaları bu konudaki haklı eleştirileri sulandırmaktan öte bir şeye yaramıyor.
Ve hatırlayalım: Bundan sekiz sene önce ilk kez bir siyasal iktidar PKK ile masaya oturmuştu. İlk kez Türkiye genelinde gerçek barış ve özgürlük rüzgarları esmişti. Milyonlarca Kürt AK Parti’ye oy vermişti.
Ama başta iktidarın 14 temmuz 2011 Silvan baskınını bahane etmesi, Gülen Cemaati’yle bağlantılı oldukları düşünülen kişilerin Oslo görüşmelerinin ses kayıtlarını sızdırmaları ve vakıf olamadığımız bir takım başka nedenlerden ötürü barış umutları suya düşmüştü. Bu kez 2012’de doğrudan Öcalan ile başlayan görüşmeler Erdoğan’ın Dolmabahçe mutabakatına sırt çevirmesiyle sekteye uğradı. (Bunda başkanlık tutkusu gibi gelişmelerin yanı sıra Rojava’daki gelişmelerin yanı sıra yine sızdırılan İmralı zabıtlarının payı küçümsenemez.)
Ama buna rağmen Selahattin Demirtaş öncülüğündeki HDP ilk kez geleneksel kitlesi dışından yüz binlerce oy aldı. “Seni başkan yapmayacağız” dediği için değil. Demirtaş ana akım kanallarda herkesin anlayacağı makul ve sakin bir dille demokrasinin Türkiye’ye neden lazım olduğunu ve bunun mutlak parçasının neden Kürtlerle barış olduğunu anlatarak, yüz binlerce ‘Beyaz’ Türk ve ‘asimile’ Kürdü ikna ettiği için aldı. İki buçuk yıllık ateşkesin bu zeminin oluşmasındaki rolünü de unutmayalım.
7 Haziran seçim sonucu barış için tarihi bir fırsattı. Devlet aklı devrede olsaydı Selahattin Demirtaş’ı şeytanlaştırmak yerine elinden tutulurdu. O veya bu koalisyon formülüyle HDP’nin Kürtlere sivil siyaset üzerinden haklarını elde edebileceklerini ispatlayabilecekleri ortam sağlanırdı. Kaç genç ondan sonra dağa çıkardı acaba? Çünkü Selahattin Demirtaş vizyonu, karizması ve zekasıyla en radikal Kürtleri dahi etkileyecek, tüm ‘derinlerin’ ayak oyunlarını boşa çıkaracak potansiyele sahipti. Yeter ki masada adil ve onurlu bir barış olsun.
Ama o fırsat heba edildi. Bunda Kandil’in elbette sorumluluğu var. Ateşkesi tüm provokasyonlara inat bozmayacaktı. ‘Hendek’ stratejisinin trajik neticeleri ise ortada. Ama son kertede barış ve huzuru sağlamak ilk başta devletin görevi. Ve işte vardığımız nokta tam bir deja vu: Ancak Türkiye’de yapılanlar artık Türkiye içerisinde kalmıyor. Yazının başında belirttiğim gibi Türkiye’deki Kürtler haksızlığa uğrayınca dünyanın dört bir yanındaki Kürtler tepki veriyor, hatta örgütleniyor.
Sadece o değil. Bunca yıl Türkiye’nin Kürt sorununa sessiz kalan ABD de tepkisiz kal(a)mıyor artık. 15 Temmuz’dan beri eli kanlı darbecilere dahil tek kelam etmeyen ABD’nin sözde İnsan Haklarından Sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Tom Malinowski dün Twitter hesabı üzerinden sessizliğini bozdu. HDP’li milletvekillerinin tutuklanmaları karşısında ‘derin kaygı’ duyduğunu ifade etti ve yaşanan hukuksuzluğa işaret etti.
ABD’nin bu günlerde HDP’yi sahiplenmesi ve konunun ABD basınında bu denli yankılanması tesadüf değil. Zira IŞİD ile mücadeledeki en etkin müttefiki YPG ile HDP’nin tabanları örtüşüyor. ABD’nin IŞİD’i yenmesi için Kürtlere ihtiyacı var. Ve ABD kamuoyunda Kürtlerin IŞİD karşısındaki başarısından kaynaklanan bir Kürt hassasiyeti oluşuyor.
Bu yıl Türkiye’de saatler ilk kez geriye alınmadı. Hangi saiklerle anlamış değilim. Ama zamanın hızla Türkiye’nin aleyhinde işlediği Kürt sorunuyla ilgilenen herkesçe anlaşılıyor.
ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.